İnsan İstasyonu

Eyüp İslam Yaşa'nın, Özgün İrade Dergisi 2020 Aralık (200.) Sayısında yayımlanan yazısı..

İnsan İstasyonu

İnsan ile başlıyor tüm hikâyeler. Çünkü okunmayınca, dokunulmayınca, ağlatmayınca ya da anlaşılmayınca hikâye de yok oluyor. Yani insan yokluk tohumunun içinden toprak ile varlığa halk olduğunda başlıyor tüm hikâye.

Beklemek yakışıyor, ilk ruh-i haletine. Dışarıda onu yaşken ekmek için bekliyor dünya ahalisi, bir topluluk topaçlaşıyor bahçe, ova, nehir kenarlarında. Kuşlar sevinçlerinden cıvıldaya cıvıldaya yayıyor haberi. Müjde diyor birileri, müjde. Sabrın sonu olan selamet limanında, insan kaç yıl nasipleneceği bilinmez oksijen dolu havadan alıyor ilk nefesini. Göbek bağının kesilmesi ile başlıyor ilk ayrılığı. Üzerinde hala ilk üfürmenin tabiatı; saflık ve berraklık taşıyor gözlerinden. Yağmurun ıslattığı toprak kokuyor hala teni.

Sevmek diyor tüm kitabeler ona, Herodot ile başlamıyor alın yazısı. Bir mum yakılıyor bilinmez bir diyarda, bir kum saati tersine akmaya başlıyor. Kaderin ölçtüğü oranda devam ediyor ritmik kalp atışları. Bozuk vanadan sızan su misali durdurulamadan geçiyor zaman. Şehre, Âdem’e, topluma karışıyor insan. Kendisi kan dökecek bir varlık ama aynı zamanda halife, öğretildiği eşya kadar biliyor mevcudiyetini. İçinde nefs-i mütmainneyi bilip emarede raks eden bir dansçıya dönüşüyor.

Heybesinde sakladığı hüznü eritme vakti gelindiğinde, çocukluk artık bir özlem yurdunun kapısını aralıyor. Toplum sözleşmesi, belli sorumluluklar ve ritüeller arasında, yaşamak güneşe üflemek gibi oyalıyor.

Nihayet yüzünde ilk dağ kıvrımları oluşmaya başlayınca geç olsa da devenin bağı artık uyku öncesi başucu kitabı oluyor. O günlerde kibir gökyüzüne bakıyor, aşk toprağa. İmtihanı gizli hazineyi bulmak, ismi müsemma, kendisi hakikat...

İşte hikâye böyle yarılanıyorken bu diyar terekesinde, şehrin sızısı vuruyor şakaklarına. Çamurlaşıyor ahmakıslatan yağmurlara yakalandıkça, zaten değdiği her yerde onu ahlakı plastikleşen bir çağ bekliyor. Beton yığınları arasında tefekkürü sadece gökyüzünün hatırlattığı, daha küçük yaşlarda kendisine takılan sanal gözlükler ile bilmediklerini öğrenmek şöyle dursun, öğretileni de anlamamaya başlıyor. Sanal gözlükler ile bakınca gökyüzüne kendini doğadan soyutlayıp, tanrılığa soyunuyor. Ataları ile beraber yaptıkları yüksek binalar, yüksek konfor ve ağız kokusu arasında kendi elleri ile seçiyor aşkın ikliminden sürülmeyi, dünyayı sırtlanıp çileyi, ihtirası ve kini. Fıtrata, doğaya, güzele, iyiye savaş açıyor.

Hikâyenin Âdem babasından miras kaldığını inkâra kalkışıyor. Bizi fırkalara böl derken bir yanı, diğer yanı ona herkesin aynı hırka ile örüldüğünü gösteriyor. Kendini sarkıttığı bu dipsiz kuyu, yalanların, faniliğin mezarı oluyor. Demir leblebi çiğne çiğne bitmiyor, yaşamanın bir anlamı olmalı diyor fakat leblebiyi bir türlü tükürmüyor.

Yani çamurlaştıkça insan daha da bir yapışıyor maddeye. Madde manayı yaratanındır tokadını acelesi olanlar ile beraber yiyince, savaş açtığı her şey karşısında çırılçıplak ve çaresiz kalıyor. Hemen vanaya yapılan birkaç tamirat ile zamanı durdurmaya çalışıyor. İşte tam bu vakit orkidenin ölümsüzlük verdiği yalanını anlıyor.

Yol yanlış olunca ruh kendini saklıyor. Dönmek için zaman en yanlış yerde, her zaman olduğu gibi. Cebine koyduğu tohum bir ağaç oluveriyor birden. Hakikat yavaş yavaş gelen krizler ile kendini daha bir göstermeye başlıyor. Ama nafile krizler başlayınca kulaklarını tıkıyor, demirden zindanına kaçıyor hemen.

Makinenin izin verdiği kadar parmaklıklardan haykırıyor, ama hala ben diyor, akıllanmıyor insan, seni görmek istemiyor. Sana göre sen olan ben, bana göre sen. Yani bende değil sende hakikat deyip, ihtirasının şövalyeliğini bırakmıyor.

İşte Ey İnsan! Sana sesleniyorum, karıncaların alın terinin karışmadığı, bulutların getirdiği ahmakıslatan yağmurlardan dön. Hepimiz bir aynayız bana dön, kendine dön, şu yapay dünyadan ne olur varlığa dön. Fıtratın çağrısı aslına dön. İşte o zaman tam olarak başlayacak hikâyen.