Salı günkü yazım: “İlahiyatçıların şeriat bildirisi.”
Dün sabah baktığımda 309 yorum almıştı. Ateistinden, şeriat karşıtına, bildiriyi destekleyenden karşı çıkanına…. Orası acayip bir platform. Okuyorum.
Ateist yaklaşımları biraz fazla konforlu görüyorum. Fazla konforlu, yeterince irdelenmemiş, kendi içinde tartışılmamış, bir tür klişeler içinde oluşmuş çizgi…
Oysa ateizmle yola çıkıldığında öyle pek konforlu bir yürüyüş olacağını sanmıyorum.
Kendini izah edemez bana göre ateist; varoluşunu, insanlığını, aklını, kalbini, ruhunu, duygularını, hafızasını, nereden gelip nereye gittiğini, ot gibi başlayıp ot gibi yitmekle insan olmak arasındaki farkı…. Albert Camus, “Tanrıya başkaldıran için en tutarlı yaklaşım intihar etmektir” diyor. Yani verdiği canı Tanrı’ya iade etmek. Ama insanın damarlarına “Hayatı koruma” gibi kolay aşılamayan bir iç yöneliş de konmuş… Ne yapacak tanrı tanımaz o iç yönelişi? Verdiği canı Tanrı’ya sapır sapır iade eden tanrı tanımazlar güruhu mu var? Yok. “İnanmadığı halde en çok Tanrı ile savaşandır ateist.” Bakıldığında zaten “Tanrı yok” denmiyor, Tanrı’nın yaptığı işlere başkaldırılıyor. Ama o da bir çıkmaz. Said Nursi’nin bir sözü var o konuda: “Kadere, yani Allah’ın tayin ettiği işlere başkaldıran başını taştan taşa vurur” şeklinde. Benzer bir cümleyi Camus de de okudum. Ne dersiniz, insan yaratılmışken insandan başka şey olmaya yönelenler nasıl bir varlığa dönüşüyorlar? “İnsan olma”nın hakkını vermeyi istiyor Yaratan bizden. Ve biz o alanlarda fevkalade bocalıyoruz. Kimi zaman ota dönüşüyoruz, kimi zaman canavara… Oysa Yaratan insandan “onurlu -Kur’an’daki ifadesi mükerrem- bir varlık” olmasını istiyor.
Neyse, okurlarım biraz da ateizmi tartışsınlar kendi aralarında… Benimkisi bir kapı aralamak…
“İlâhiyatçılarımız”ın bildirisinde bir de halka yönelik misyon belirleme gayreti vardı. Salı günkü yazıma o konu şöyle girmişti:
“Ancak ilâhiyatçılar, bildirinin sonunda etkili bir laiklik vurgusu yapmakta, “laikliğin dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için yaşamsal önem taşıdığını” ifade etmekte, ayrıca “bütün halkımızı, aziz dinimiz İslam’ı yaşarken aynı zamanda büyük Atatürk’ün ve şehitlerimizin emaneti olan; laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti devletimize sahip çıkmaya davet ediyoruz” demektedir.”
Bildirideki “Atatürk, şehitler, devlet, laiklik, demokrasi…” gibi ifadeler, Türkiye’de bazı çevrelere mesaj verirken devreye sokulan garanti belgeleri niteliğindedir.
Oysa şöyle düşünülebilir: “Şeriat”a karşı çıkıyorsanız, onun yerine ondan çok daha sağlıklı bir sistem yapılanması gerçekleştirmelisiniz.
Türkiye, 100 yıl önce, evet, İslâm’ın devlet ve toplum hayatındaki belirleyici konumunu ortadan kaldırdı. “Dinin sadece inanç, ibadet, ahlâkla sınırlı bir alanda kalmasını” öngördü. O zaman pek “Demokratik laik” tanımlamaları yoktu ama, niyet, dini alanı sınırlayan bir laikliğe ulaşmaktı.
100 yıl geçti.
Türkiye din – toplum – devlet ilişkilerinde de sağlıklı bir çerçeve oluşturamadı, demokrasi demokrasi olmakta problem yaşadı, laiklik, inanç özgürlüğü ile dini alanın kısıtlanması gerilimleri arasında gitti geldi, hukuk ona göre hukuk olmakta zorlandı…
İlk 27 yıl tek parti yönetimidir.
Sonraki yılların içine “Cumhuriyeti koruma kollama” misyonu çerçevesinde devreye defalarca muhtıra, darbe, örtülü -postmodern- darbe olmak üzere askeri -hukuki bürokrasi vesayeti girdi. Başbakanları bakanları astık, sürgüne gönderdik, daha ötesi var mı?
Halen en tepeden olmak üzere, bilmem kaç maddesi değiştirilmiş anayasa yeterli görülmüyor, yeni sivil anayasa talebi seslendiriliyor.
Son 22 yılın ana tartışması “hukuk devleti olmak – olamamak”la ilgili.
100 yılda nasıl bir toplum yapısı ortaya çıktı? Bir kere de ona bakmak lazım sanırım.
Şeriatı mı bıraktık, İslâm’ı mı, yerlerine neyi getirdik, yoksa Türkiye’ye özgü laikçi sistemin inanç özgürlüğü özürlü yapısı içinde “Müslümanlığı da sorunlu” bir toplum yapısı mı çıktı?
Yani insan, ilâhiyatçılar bir bildiri ile toplum önüne çıkacaksa, klişe mesajlarla sağa – sola selâm çakacaklarına, “şeriat” konusunda belli odaklara “Biz buradayız” mesajı vereceklerine, tamam, İslâm adına ortaya konan yanlışlıklara da temas etsinler, ama mevcut yapının onarılması gereken yönlerini de ortaya koysunlar…
Bir de ben, eğer İslâm, ilâhiyatçıların altını çizdiği gibi “İman, ibadet ve ahlak”la sınırlı anlaşılacaksa, bu çerçevenin nasıl bir insan inşa edeceğini de ifade etmelerini beklerim. “Allah’a iman nasıl bir insan inşa eder, Kur’an’a iman, Peygambere iman, Ahirete iman nasıl bir insana vücut verir? Hakeza, “ibadetli” bir Müslümanın kişiliği nasıldır? “Ahlâklı” bir Müslüman profili neyi ihtiva eder? Ve bir Müslüman bu inanç, ibadet, ahlâk eğitimini nasıl alır, nasıl toplumsallaştırır?
Bütün bunlar, insanın toplumsal hayat içindeki davranışlarını etkilemez mi? Halkı Müslüman bir ülkede hangi “laiklik yorumu” sağlıklı bir islâmî bilgilenmenin imkanını verir?
Türkiye’de hukuktan demokrasiye pek çok temel alanı zehirleyen laikçi zihniyet, Müslümanın yukardaki hassasiyetlerini dikkate almak yerine sadece kimi sembolik örnekler üzerinden “Şeriatı kötüleyerek” kamuoyu oluşturma yoluna gitmedi mi?
Şunu söyleyeyim: Bu yaklaşımlar bazı zihinleri zehirler, kabul ediyorum, ama nihai planda zaten değer sancısı yaşayan Türkiye’ye iyilik getirmez. “Değer sancısı…” diyorum. En tepelerde sorunlar var. Yolsuzluklar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler ülkenin gündeminden çıkmıyor. TV’lerin gündüz katın programlarına bakın, değer sancısı adına ne dediğimi anlarsınız.