HÜSEYİN EMİN ÖZTÜRK İLE EDEBİYATÇILARIN DÜNYASINDAKİ RAMAZANI KONUŞTUK

Hüseyin Emin Öztürk, uzun yıllar eğitim alanında çalışmalarıyla öne çıkmış bir kültür adamı. Öztürk, Türk edebiyatında Ramazan´ın yansımaları üzerine Şakir Kurtulmuş´un sorularını cevapladı.

HÜSEYİN EMİN ÖZTÜRK İLE EDEBİYATÇILARIN DÜNYASINDAKİ RAMAZANI KONUŞTUK
Hüseyin Emin Öztürk, uzun yıllar eğitim alanında çalışmalarıyla öne çıkmış bir kültür adamı. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan Öztürk, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Eğitimi Bölümü´nde yüksek lisans yaptı. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Bölümü´nde doktora eğitimi gördü ve ?Çocuğun Sosyalleşmesinde Televizyonun Etkileri´ başlıklı tezi ile bilim doktoru ünvanını aldı. Diyanet Vakfı´nda çeşitli kademelerde görev yaptı. Eğitim ve kültür alanındaki gayretleriyle 37 yıl önce başlattıkları Türkiye Dini Yayınlar Fuarı, çok gelişmiş ve bugün 37. yılında ?Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı´ olarak canlılığını koruyor.
 
Halen 3 arkadaşıyla birlikte başladıkları bir eğitim kurumunun başında görevini sürdürmekte olan Öztürk´le kurucusu olduğu Türkiye Diyanet Vakfı Kitap ve Kültür Fuarı´nda bir söyleşi gerçekleştirdik. Edebiyat ve Ramazan ilişkisini konuştuğumuz söyleşide, edebiyatçılarımızın eserlerindeki ramazanın anlatımını, hayatımızdaki ramazanın yerini konuştuk.
 
Edebiyat ve ramazan ilişkisinden söz ederek başlayalım istiyorum. Neler söylersiniz bu ilişki için?
 
Bir milletin maddî ve manevî toplumsal hayatını öğrenebilmenin en kolay şekli o toplumun edebi eserlerine bakmakla olur. İnançlar, gelenek-görenekler, hayat bakışı gibi birçok unsur yazarların gözünden, ruhundan, kaleminden eserlerine yansır. Edebiyat, toplumdan hayat bulurken topluma da hayat verir. Toplumsal ve kültürel değerler, gelecek kuşaklara edebiyat aracılığı ile aktarılır. Böylece kültürel boşluk yaşanmaz ve toplumsal bilinç edebiyat sayesinde daima canlı tutulur. Edebiyat eserleri, içinden çıktıkları toplumun hislerini ve düşüncelerini, hayata bakışlarını en ince ayrıntılarına kadar gösterir. Bu yüzden Aristo der ki edebiyat için, ?Edebiyat, bir tür bilgi edinmenin aracıdır.? Ayrıca edebiyat kendi kaynaklarından beslenirse hem kendini hem de içinden çıktığı toplumu ve değer yargılarını başka edebiyatlar karşısında en iyi şekilde temsil eder. Edebiyat bir kültür öğesidir. İçinde doğduğu toplumun kültür ve sosyal yapısından hem etkilenir, hem de bu yapıyı etkiler.
İşte bu yüzden hem inanç dünyamızın hem de sosyal hayatımızın önemli bir parçası olan Ramazan, içinde yaşadığı toplumun eserlerinden, eser sahiplerinden ve dahi edebiyatından ayrı düşünülemez. Tam da bu yüzdendir ki toplumumuzun İslam´la şereflendiği günden bu yana edebiyatımızın her döneminde öyle ya da böyle Ramazan kendine yer bulmuştur. Bunu halk ozanlarımızın deyişlerinde, Divan edebiyatı sanatçılarımızın Ramazaniye beyitlerinde, modernleşme sürecinin başladığı Tanzimat edebiyatıyla birlikte modern edebiyatımızın şiir ve de düz yazısında çoğunlukla başköşedeki yerini almıştır. Ve bizleri de bu sayede hem yazarlarımızın şahsi hislerini anlama hem de dönemlerinin bir fotoğrafını görme şansına ulaştırarak bize bir nevi hizmet etmiş de oluyor edebiyat. O yüzden Fransız romancı Poul Bourget, ?Edebiyatın hizmeti medeniyetin hizmetinden aşağı kalmaz. O yalnız bir süs değil, medeniyetin ta kendisidir.? derken tam da bunu kastetmiştir aslında.
 
Edebiyatçılarımızın dünyasında nasıl bir yeri var ramazanın?
 
Bunu toptancı bir yaklaşımla cevaplamak doğru olmaz kanaatindeyim. Çünkü edebiyatçılarımızın her biri Ramazanı kendi dünya görüşlerine, yaşlarına, bulundukları ortama, yaşanmışlıklarına ve pişmanlıklarına göre ele almışlar. Kimi yazarımız Ramazanlarda yaşadıkları büyük coşkuyu, manevi iklimi, sevinci anlatıyor, kimi içinde bulundukları şölenin envai çeşit lezzetlerini okuyucuya tattırıyor, kimi de çocukluğunda yaşadığı manevi hazzı duyamamanın pişmanlığını dile getiriyor. Birkaç örnek verecek olursak eğer:
 
Halide Edip Adıvar, ?Mor Salkımlı Ev? isimli eserinin satırlarında, çocukluğunun Ramazanında teravih namazları ve mevlid dinlemek amacıyla ailece gittikleri Süleymaniye camiini, Üsküdar´daki Karagöz eğlencelerini, Direklerarası´ndaki cümbüşü anlatır. Mahyaların kendisini nasıl büyülediğini, Süleymaniye´nin insan ruhunu nasıl sarmaladığını görürüz.
 
Ercüment Ekrem Talu, Ramazan´da yaşadığı büyük neşeyi, tuttuğu ?yarım günlük´ çocuk orucunu, gittiği bayram namazını, aldığı ilk abdesti, kıldığı ilk namazın heyecanını büyük bir şevkle anlatır. Halit Fahri Ozansoy ise Ramazanda Eyüp Sultan´a yaptıkları ziyaretleri, hilâlin görünüşünü, Ramazan davulunun çalışını anlatır. Ruşen Eşref Ünaydın da Ramazan aylarında yapılan cami gezmelerini sayfalarına taşımıştır. Yine Ahmet Rasim, Şehir Mektupları´nda, ?Çok şükür eriştirene? Günleri sıralayan Allah, oruçlu olan ümmetin hepsini yardımıyla affetsin! Ramazan denildi mi, iftarın, teravihin, sahurun hatıra gelmemesi mümkün mü?? diyerek Ramazanın gelişini zikreder. Refik Halt Karay ise ?Çocukken Ramazanda gündüzleri camilere giderdim. Her köşesinde ayrı makamlarla bir çok seslerin yükseldiği bu yüksek kubbe altında kendimi ne kadar ufak, ne kadar günahkar bulurdum. Lakin ikimiz de -Ramazan ve ben- ne kadar değiştik... O Ramazanlar beni tanıyamazlar; kendileri ise benden daha tanınmaz halde!? der.
 
Tabi aynı zamanda şairlerimizi de unutmamak gerek: Ahmet Yesevî´den, Fuzulî´den, Nedim´den Ziya Paşa´ya; Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl´dan Arif Nihat Asya´ya kadar birçok şairimiz de Ramazanı ruhunda hissetmiş ve kalemine aktarmıştır. Burada şunu söylesek herhalde yanlış söylemiş olmayız: ?Aslında ramazan, şair ve yazarlarımızın ruhuna işlemiştir.?
1-013.jpg
Burada şunu da belirtmekte fayda var sanırım, maalesef ki modern edebiyatımızda Ramazan, çoğunlukla Osmanlı´nın son dönemindeki Ramazan hazırlıkları, iftar sofraları, Direklerarası eğlenceleri ve çocukluk hatıralarıyla sınırlı. Bir edebi eser, zamanın, yaşamın taşıyıcısıdır dedik. Belki ortalama son elli yıldır devam eden toplumun bir kısmının dine bakışı ile İslami kesimin manadan uzak şekilci yaşam tarzı birleşince Ramazanın yaşam ruhu azaldı ve haliyle de yeni nesil romanlarda, öykülerde, şiirlerde de Ramazan kavramına artık pek de rastlayamaz olduk.
 
Günümüz edebiyatını da konuşacağız fakat öncelikle gerilere gidip bir bakalım, neler söyleyebilirsiniz? Edebiyatçılarımızın eserlerine nasıl yansımış ramazan?
 
Ramazanın gelişi, yaşanışı, veda edilişi ilk olarak şairlerin zihinlerinden kalemlerine dökülmüştür. Bu tür şiirlerin 16, 17 ve 18. asırda Ramazânîyye türüyle divanlarda yer aldığını görüyoruz. Kasîdelerin yanı sıra gazellerde de kendine yer bulan Ramazan, Fuzûlî ve Bağdatlı Ruhî´nin gazellerinden Süleyman Nahîfî´nin Fazilet-i Savm (Orucun Fazileti) adlı mesnevîsine, Nabî´nin oruç ile ilgili şiirlerinden Nedimin gazellerine kadar bir çok şiirde görülmektedir. Ramazan´ın müjdecisi hilâlin takibini konu eden bir beyitte Meshî;
 
?Ta´at itsün diyü Allah´a cemahir-i enâm
Bir güzel mihrâb göstermiş idü mâh-ı siyâm? diyerek Ramazanın gelişini dizelere dökmüştür.
 
Ramazanın gelişine sevinenler olduğu gibi aynı zamanda tiryakilikleri yüzünden üzülenler de vardı o dönemde. Bu şairlerden biri olan Nedim:
 
?Olacak oldu heman çâre ne simden sonra
Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm? beytiyle bu üzüntüsünü dile getirir.
 
Günümüze doğru geldiğimizde birçok yazarımızın eserinde de Ramazanın yansımalarını görebiliriz. Örneğin Refik Halit Karay, çocukluk anılarında eski ramazanları anlatırken kâh mutlu olur kâh hüzünlenir. Çocukluğundaki ramazanları ve kendisinin o zamanlardaki ramazanı manevi hazzıyla yaşayabilmesine sevinirken şimdiki haline de bir özeleştiri getirir: ?Berat kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştanbaşa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.? Çocukluğuna dair Ramazanlarla ilgili söylediği şu sözlerle bir iç muhasebe yapar Refik Halit: ?Çocukken gündüzleri camilere giderdim. Her köşesinde ayrı makamlarla bir çok seslerin yükseldiği bu yüksek kubbe altında kendimi ne kadar ufak, ne kadar günahkar bulurdum. Vücuduma uhrevi bir hava yayılırdı. Lakin ikimiz de -Ramazan ve ben- ne kadar değiştik... O Ramazanlar beni tanıyamazlar; kendileri ise benden daha tanınmaz halde!? İşte tam da bu sebepten insan bazen keşke hep çocuk kalabilseydim der.
 
Yakup Kadri, anı kitabı Anamın Kitabı´nda; ?Ben Ramazan´ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan´ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan´ı yalnız iftar sofraları, sahur, hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil, bana büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaazları ve teravih namazları için de severim. Bunu hak etmek gayretiyle çok defa büyüklerle oruç tuttuğum, bazen de birtakım şer-i hilelere başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. Sahur yemeklerini hiç sektirmezdim?? der ve o günlere olan özlemini dile getirir.
 
Mor Salkımlı Ev, Halide Edib Adıvar´ın çocukluk günlerinden 1918´e kadarki hatıratıdır. Halide Edib, çocukluk döneminden hatıralarını anlatırken ramazan yaşamını şöyle anlatır: ?Ramazan başlamıştı. Önce sokaktan geçen erkeklerin ve çocukların ellerinde bir yandan öbür yana salladıkları fenerler, odanın perdelerinde ışıktan yarım daireler çizerek geçiyorlardı. Sonra sahura kaldıran davul? Sokaklar, yüzü peçeli gençler, renk renk çarşaflı kadınlar, ellerinde tespih çeken erkeklerle dolu idi. ? O evde, Ramazan gecelerinde Ahmet ağa beni Karagöz´e de götürürdü. Üsküdar çarşısında büyük bir kahvede oynarlardı. Sokakları kalabalık kız erkek alay alay çocuk hatta büyükler kahvenin bahçesine dalarlardı? Nihayet teflerin çalınması ve perde arkasından gelen bir şarkı seyirci alayını teskin eder ve sonra da oyun başlardı.?
3-015.jpg
Ruşen Eşref Ünaydın ise, ?Diyorlar Ki? kitabında Ramazanları anlattığı bir bölüme yer verir. Bu bölümde iftar sofralarını anlatırken adeta kendinden geçer: ?Ah, o iftar sofralarının güzelliği! Çini tabaklar içinde bir çok çiçek gibi renk renk duran reçelleriyle, etrafını birer hilal gibi alan kokulu yarım simitleriyle adeta bahçe göbeklerini andırırlardı. Çorbaların biberli buğusu, kıymalı yumurtaların nefis kokusu odayı iştaha çoğaltan bir havaya bürürdü. Mermer musluğun yanındaki kayık tabaklarında kabaran dolgun güllaçları kar toplarına benzetirdim. Bakır maşrapalarla billur sürahilere yavaş yavaş boşaltılan sular, içimizdeki hararete adeta ince bir serinlik çizerdi... Hala hatırımdadır. Bunlar, buğulu beyinlerde garip bir acıma ve rengi belirsiz merhamet uyandırırdı. Kızmak, kimsenin aklına gelmezdi.?
 
Burada şairlerimizden de söz etmeden geçmememiz gerek. Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya;
 
İftâr topu aksedince ihsâniye´den
Seslendi ezanlarım, Süleymaniye´den
Altında ve üstünde yanıp bin kandil
Nûr indi civara Nûruosmaniye´den? şeklinde coşkuyla Ramazanı dile getirirken, Üstad Necip Fazıl da;
 
?Bu kaçıncı Ramazan, daha kaç tane kaldı?
Renk uçuk, nakış silik, ocak sönük?Ne kaldı?
Karagöz seyri değil, gözyaşı dökme ayı
?Bilinmez?i bilirler, bilseler ağlamayı?? dizeleriyle bir uyarı yapmayı ihmal etmiyor.
 
Görüldüğü gibi yazarlarımızın hatıraları, şairlerimizin şiirleri bizlere o günlerin Ramazanlarının bir tasvirini yapıyor.
 
Ramazanın günlük hayata yansıması nasılmış peki, eserlerde nasıl anlatılmış bu hayat?
 
Ramazanın günlük hayata yansımasını da yine yazarlarımızın eserlerinden anlamak pek tabi mümkün. O dönem ramazanlarının karşılanması, yaşanması, Ramazana veda edilmesi de yine yazarlarımızın kaleminden bizlere ulaşıyor. Anlıyoruz ki o dönem Ramazanlarında Ramazanın bazen inanç boyutu bazen de sosyal yaşamdaki kültür boyutu ön plana çıkabiliyor. Birkaç örnek vermek gerekirse;
 
Tanzimat dönemi sanatçılarından Ahmet Mithat Efendi ve Muallim Naci´nin ramazan hazırlıklarını anlatan Hikmet Feridun Es, bu iki edebiyatçının ramazan heyecanını şöyle tasvir eder: ?İki yüz kişilik iftar sofrası hazırlanırdı.? ?Bab-ı Ali´den gazeteden çıkıp, Beykoz´a dönen kayınpeder ve damat, iftar hazırlığına koyulurlar. O akşam çiftlikte iki yüz kişiye iftar yemeği verilecektir. Bütün Beykoz, bütün Akbaba, bütün Dereseki halkı -her isteyen- bu iftara davetlidir. Efendi´nin çiftliği seferber edilirdi. Zira o günü akılları durduracak miktarda yufkalar açılır, lokmalar dökülür ve bilhassa sigara böreği yapılırdı.?
 
Muallim Naci´nin kızı Fatma Nigâr büyük bir nezaketle bu sahneyi şöyle anlatıyor: ?Börek olacak yufkalar o kadar çoktu ki ekseriya ?Efendiler? de ? Ahmet Mithat efendi- börek sarmaya inerlerdi. Karşılıklı sararlardı. Ve bu işe ellerinin pek ziyade yakıştığını da annemden işitirdim!?