Haymatlos

Gökhan Özcan, yazısında, birçok insanın, toplumsal çerçevede kendilerini çok net ifade edemediklerinden dolayı bir haymatlos gibi yaşadığını ve o şekilde yitip gittiğini imliyor.

Haymatlos

Kısa cümlelerle konuşuyor oluşumuz insanlığımızın uzun, zamana dayanıklı, yerini seven, kendi tınısında eğleşen sözlere güç, belki de yürek yetiremediğimizden.

“Bir şey mi söyleyecektin?” diye sordu sesi gür çıkan. “Ben bütün hayatımı o eşikte geçirdim!” diye geçirdi içinden hiç bir şey söylemeyen.

İçimizde birikip duran o kadar çok şey var ki, hangi kelimelere sığdıralım, hangi sözlere güvenelim, anlatmaya nereden başlayalım, bir çırpıda içimizden çıkaramayacağımıza göre nasıl bir sıraya sokalım kendi kendine mırıldanıp duran o kelimeleri, kime söyleyelim, kimi bulalım da kendimizden, içimizden, içimizi derinliğine kaplayan şeylerden bahsedelim ona, kime açalım açılmamış kilitlerimizi, hiç söylenmemiş onca şeyi hangi kılığa sokup da söyleyelim... Suskunluğu bir tercih gibi görmek, göstermek, havalı, fiyakalı, gizemli bir broş gibi göğsümüzün üstüne takıp dolaşmak işimize geliyor belki de. Ne yapabiliriz sanki bundan başka! Kimin bir başkasını içinden görmeye cesareti, böyle bir merakı ve arzusu var? Kendi yörüngesinde, birbirine çarpmadan dönüp duran soğuk gezegenler gibiyiz. Uzay boşluğunda tek başına... Ne çok gizem, ne çok sır, ne çok sevgi; bırakalım sese, söze, ifadeye kavuşmayı, nefes dahi alıp veremeden boğulup gidiyor bu havasızlıkta. Bu yersiz yurtsuzlukta... Ne çok insan kaybolup gidiyor bir haymatlos gibi... Kimse onları bilmeden, bulmadan, zaten hiç aramadan...

Şule Gürbüz'ün 'Öyle miymiş?' isimli kitabından bulunduğumuz yerin tenhalığına dair birkaç yakıcı satır: «Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak. Ne tenha bir yer burası, bir acı goygoycudan, bir dert kendi derdini unutmak isteyenden, bir düşünce kendi düşüncesini sağlamlaştırmak isteyenden, bir hakiki söz onu sade ezberine almak ve heybesine kendinin olarak katmak isteyenden başkasına rast gelmiyor.»

İçinizin toprağında güzel, delişmen, rengarenk bir çiçek açıyor diyelim. Yeraltı ırmaklarınızdan çekiyor suyunu. Sevgilerinizin aydınlığından alıyor ışığını. Onu çıkarıp koyacak bir yer var mı dünyanızda, bir seramik saksı, bir çiçek tarhı, bahçenizde bir karış toprak, herkesin görebileceği yerde bir vazo? İçinizde açan bir çiçeğin aynı neşve, aynı canlılık, aynı heyecanla soluk alıp verebileceği bir yer var mı içinizin dışında? Bizim en güzel çiçeklerimiz içimizde açıyor ve orada saklı kalıyor daima.

“Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa/ böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük/ sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana” diyor Edip Cansever, ‘Sonrası Kalır’ın ikinci kitabında.

Belki bugün içinizden geçtim, farkında olmadım. Belki dün içimin bir köye başında karşılaştık ama görmediniz hiç beni. Gecenin el ayak çekilen vakti, içimin bütün kırlangıçlarını uçmaya çıkardım belki, uyuyordunuz siz. Tam söyleyecek kıvama getirdim içimdeki bir şeyi, meşguldünüz. Bir tek cümle için belki günlerce hazırlık yaptınız, söylemek için bir boş yer bulamadınız şu gürültülü karmaşanın içinde. Belki içimi tırmalayan bir sorunun cevabı vardı sizde, hiç soramadım. Belki ben de bir şey, bir şeyler, kırık dökük birkaç kelime söyleyecektim, hiç susmadınız. Ömür boyu belki durursunuz diye bir durakta bekledim belki, oradan hiç geçmediniz. Belki gözlerimden içine bakacaktınız, dayanamadım, yana çekildim. Belki suçluydum, cezamı vermediniz. Belki süt kadar temiz ve masumdum, dinlemediniz. Hiç kimse ölmedi belki ama, yine de ben nice sessiz cinayet işledim, nice sessiz cinayet işlediniz!

“Duvarlar” dedi beyaz saçlı adam, “insanların hiç söylenmemiş sırlarının kanayan izleriyle dolu!”