Dinin muhatapları, müt’a ve niçin ahiret

Hayrettin Karaman, "ilgili kişiler tarafından" kendisine cevaplanması için yöneltilen "fikhî" sorulara yönelik açıklamalarda bulunuyor.

Dinin muhatapları, müt’a ve niçin ahiret

Soru

Herkese, bütün milletlere ve her zamana hitap eden bir din gönderemez miydi Allah?

Cevap

Allah Teâlâ tam da soruda ifade edildiği gibi “Herkese bütün milletlere ve her zamana hitap eden bir din” göndermiştir. Bu hitabı her zaman ve zeminde devam ettirip gerçekleştirecek olanlar ise Allah’ın sâlih, âlim ve davetçi kullarıdır. İşte bu kullar, dinin vahye dayalı temel kaynaklarından yola çıkarak, soruda istenen “bir dini” ihtiyaca göre yapacakları tercümeler, yorumlar ve içtihatlar ile ortaya koyarlar ve çağların imkânlarına göre her yere ulaştırırlar. Allah ve Peygamberi (s.a.) bunu istemişler ve yolunu (usulünü) de göstermişlerdir.

Soru

Müt’a nikâhı önce serbestti, sonra Ömer kaldırıyor. Bu nasıl açıklanır?

Cevap

İslâm’ın değişmez-daimi hükümlerini ne Hz. Ömer ne de bir başkası değiştirebilir. Meşru yöneticilerin ve âlimlerin değiştirecekleri hükümler, zaman ve mekânın icap ve ihtiyaçlarına göre değişime açık olan hükümlerdir. Hz. Ömer, müt’a nikâhının geçici bir uygulama olduğunu, Peygamberimiz hayatta iken nihai hüküm olarak bunun yasaklandığını, O'nun açıklama ve uygulamalarından bildiği için yasaklamış, daha doğrusu yasağı yürürlüğe koymuş, nihai yasaklamadan haberi olmayanları da bilgi sahibi kılmıştır.

Soru

Hz. Aişe 9 yaşında mı evlendi Hz. Muhammed ile? 19 yaşında evlense bile Hz. Muhammed 50 küsur yaşındaydı. Bu da sünnet değil mi? 13 kadınla evlilik yapması sünnet değil mi?

Cevap

Peygamberimiz'in, Hz. Aişe ile kaç yaşında nikâh yaptığı ve kaç yaşında fiilen evliliği uyguladığı konusunda farklı rivayetler vardır. Peygamberimiz'in her fiili sünnet olmaz. Kendine özgü fiilleri vardır, devlet başkanı, hâkim, arabulucu, beşer… olarak icra ettiği fiilleri ve bazen de tavsiye mahiyetinde olan sözleri vardır. O, belli yaşta bir kadınla evlendi diye ümmetin, aynı yaşta kadınlarla evlenmesi sünnet olmaz; şartlara göre mubah olabilir.

Bir zaman ve zeminde, belli şartlarda mubah ve caiz olan bir uygulama başka zamanda ve şartlarda zararlı olursa ülü’l-emr onu yasaklayabilir. Devleti yöneten meşru başkanın, gerekli hale geldiğinde bir caizi bağlayıcı emir konusu yapması veya yasaklaması onun yetkileri arasındadır.

Soru

Bu dünyada da Allah ceza veriyorsa, öteki dünyayı niye yarattı?

Din

Kişinin işlediği suçların bir karşılığının, yani bir cezasının olması, adalet ve hakkaniyet ilkesinin kaçınılmaz bir gereğidir. Suçların türüne göre hem dünyevî hem de uhrevî birtakım cezalar da gerekebilecektir. Nitekim Allah Teâlâ bazı suçlara hukukî anlamda bu dünyada uygulanacak bazı cezalar takdir ettiği gibi, bir yandan da bazı kimselerin işlediği günahların karşılığı olarak dünyada birtakım felâket ve musibetler verdiğini bildirmiş, örneğin “Âyetlerimizi yalanlamaları ve onları umursamamaları sebebiyle kendilerini denizde boğduk” (A’râf 7/136) buyurmuştur. “Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu Kıyamet gününde kör olarak haşrederiz” (Tâhâ 20/124), “Onlardan öncekiler (peygamberleri) yalanladılar da farkına varmadıkları bir yerden onlara azap gelip çattı. Böylece Allah dünya hayatında onlara rezilliği tattırdı. Elbette ki âhiret azabı daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Zümer 39/25-26) gibi bazı âyetlerde ise hem dünyevî hem de uhrevî cezaya uğrayacakları belirtilmiştir.

Esasen cezalarda denklik esastır. Yani günah ve suçlar ancak misliyle cezalandırılmaktadır (bk. Bakara 2/194; En‘âm 6/160; Şûrâ 42/40). Âyetlerde geçtiği üzere bazı günahkârlara kat kat ceza verilmesinin sebebi ise, onların inkâra veya günahlara önayak olmaları, bu konuda önderlik yapmaları veya mevkileri sebebiyle iyi davranışlarda bulunmaları gerekirken aksini yapıp diğer insanlara kötü örnek teşkil etmeleridir. Bu gibi durumların da ayrıca cezalandırılmayı gerektirdiği düşünüldüğünde gene denklik ve adalet ilkesi bozulmuş olmayacaktır.

Günahkârlara bu dünyada uygulanan azabın iki türü söz konusudur. Birisi, pişmanlık duyup girdikleri sapkın yoldan dönmeleri ve yeniden Allah’a yönelmeleri için bir uyarı mahiyetinde olan (En‘âm 6/64; Nahl 16/53; Secde 32/21), Yûnus peygamberin kavminin mâruz bırakıldığı felâket gibi azaplardır. Kişilerin karşılaştığı hastalık ve musibetlerin bir kısmı da bu kapsamda değerlendirilebilir. Bir diğeri ise Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih ve Hz. Lût peygamberlerin milletlerinde görüldüğü gibi inkâr ve isyanda direnen kavimleri helâk eden azaplardır. Bunlar da geride kalan insanlara etkileyici bir ibret verme, aynı yoldan gittikleri takdirde karşılaşabilecekleri sonuçları gösterme amacına mâtuftur.

Hz. Peygamber dünya azabından da Allah’a sığınma duası yapmakla birlikte, bu azabın âhiret azabından daha hafif olduğunu bildirmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 238). Dolayısıyla dünyada karşılaşılan cezanın özü itibariyle âhirette çekilecek cezanın yerine geçmediği, işlenen suçun tam anlamıyla dengi olmadığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte, suçun mahiyeti ve ağırlığına göre dünyada uygulanan ceza âhiret azabını tamamen düşürebileceği gibi, âhiret azabının bir kısmının dünyada çekilmesi sebebiyle oradaki azabı hafifletici bir unsur olabilecektir. Bu ise -dünya ve âhiret azabının ağırlığı mukayese edildiğinde- dünyada azap çeken kişi açısından bir avantaj hâline dönüşecektir. Öte yandan, özellikle inkâr gibi insanın varlık amacına aykırı ve Allah’a mutlak karşı gelmeyi içeren büyük günahların, dünyevî bir ceza ile karşılanması ve dengelenmesi mümkün olmadığından, âhiret hayatı ve azabının bulunması zorunludur.