Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “İslâm’ın yeniden yapılandırılması gerekiyor. Bir Fransız İslâm’ı üretmeliyiz” diyerek başladığı çıkışlarını, İslâm ve Müslüman düşmanlığı raddesine vardırırken, kin ve nefret söylemleri beklenen neticeyi doğurdu: Sıradan insanları ve dinî mekânları hedef alan saldırılar başladı. Kafasındaki projeyi Fransa’ya (ve hatta becerebilirse bütün Avrupa’ya) dayatabilmek için sabırsızlanan Macron’un, son haftalarda ülkesinde yaşanan gelişmelere bakarak ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil. Nitekim şimdiden, çok sayıda kişi ve kurumun üzerine gidildi, gözaltılar ve kapatmalar hız kazandı. Öte yandan, Fransa İçişleri Bakanlığı “daha fazla saldırı beklendiğini” açıkladı. Bu da Macron’un eline, “Fransız İslâm’ı üretimi” için daha fazla malzemenin geçmesi demek. Karşımızdaki şu tabloda, her seferinde “İslâmî terör”ün suçlandığı saldırıların “planlı komplolar” veya en azından “göz yumulmuş eylemler” olduğunu düşünmemizi gerektirecek çok fazla emare var. Batı dünyası, İslâm’a ve Müslümanlara taarruzda kullanabilmek için, daha önce çok sayıda benzer tezgâh kurdu çünkü. Sicilleri epey kabarık.
Biz, meselenin İslâm dünyasına bakan tarafına odaklanalım:
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İslâm’ı ve Müslümanları “öcüleştirme” histerileri, Doğu Akdeniz’de Türkiye ile yaşanan çekişmeyle zirveye çıktı. O dönemde Macron, “İslâm’ı yeniden yapılandırmak gerekiyor” açıklamasını yaptığında, İslâm dünyasından kendisine tek güçlü cevap, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmişti. Fransa ve Türkiye arasındaki ilişkiler gerilirken, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan ve Mısır’dan oluşan “Körfez Troykası”, açıktan Fransa’dan yana tavır alarak, İslâm’la ilgili yorumlarında Macron’u destekledi. Sosyal medya, bu ülkelerin paralı trollerinin Türkiye’ye ve Erdoğan’a yaptığı hakaretlerle dolarken, BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in yakın çevresinden Prof. Dr. Abdulhâlık Abdullah, “Erdoğan, Macron’a saldırıyorsa, bilin ki kesinlikle Macron haklıdır” bile dedi. Oysa, “Erdoğan, Macron’a saldırıyorsa...” dediği durumda, Macron’un İslâm’la ve Müslümanlarla ilgili sarf ettiği, her aklı başında Müslümanın tepki göstermesi gereken ifadeleri söz konusuydu.
Ardından, Hz. Peygamber’e hakaret içeren karikatürlerin Fransa’daki kamu binalarının cephelerine yansıtılması provokasyonu gerçekleşince dahi, BAE-Suudi Arabistan-Mısır çizgisi, bunu “Erdoğan’la Macron’un kavgası” olarak sunmaya meyyaldi, “kavgayı Erdoğan başlattı, Fransa’yı tahrik etti” alt metinleri eşliğinde. Ancak İslâm dünyasının her yerinden Hz. Peygamber’e sahip çıkan milyonların samimi tavrı, Fransız mallarına boykot kampanyaları ve öfkeli protestolar yoğunlaşınca, Körfez Troykası da tonunu düşürmek zorunda kaldı. Üstüne bir de Mevlid-i Nebî’nin yıldönümü denk gelince, hepten sessizliğe büründüler. Perde arkasından Fransa’yla ve Macron’la birlikte hareket etseler de. Elbette onlara en çok rahatsızlık veren şey, Hz. Peygamber’e hakarete karşı İslâm dünyasındaki tepkilerin başını Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çekiyor olmasıydı. Erdoğan’ı Fransa’ya olan kızgınlığı nedeniyle açıktan eleştiremezlerdi. Çünkü kızgınlığın odağında Hz. Peygamber’e edilen hakaretlerin bulunduğu, artık gün gibi meydandaydı.
Körfez Troykası’nın ve onların peşine takılan kuyrukların bundan sonraki stratejisi, Türkiye’yi Fransa’daki saldırılarla ilişkilendirmek olacaktır. Nitekim, Ezher Şeyhi Ahmed Tayyib, Mevlid-i Nebî münasebetiyle 28 Ekim Çarşamba akşamı Mısır devlet ricâli önünde yaptığı uzun konuşmada, terörün sorumluları arasında “Siyasal İslâm”ı bilhassa zikretti. Kastettiği çerçeveye, ilk önce Türkiye’yi dâhil ettikleri malum. (Ahmed Tayyib’in BAE ile organik bağlarına dair, daha önce bu köşede yer alan 06.02.2019 tarihli “Sevgili kardeşim” ve 20.05.2020 tarihli “Hukemâ Meclisi” başlıklı yazılarımı hatırlatmak isterim.) Bir taraftan yoğun bir şekilde “Türk mallarını boykot” kampanyalarına da ağırlık veren Körfez Troykası’nın, medya ve sosyal medya yoluyla, Fransa’daki saldırılar bağlamında Türkiye’ye karşı yeni bir cephe daha açtıkları görülüyor.
Zaman zaman yaptığım bir çağrıyı, bu vesileyle tekrarlamayı lüzumlu buluyorum: Eldeki bütün imkânları seferber ederek, “dinî diplomasi” sahasındaki gayretleri daha da yoğunlaştırmamız gerekiyor. Başlatılacak sayısız proje, sahip çıkılacak birçok isim ve el uzatılması gereken çok stratejik noktalar var. Hep söylediğimiz ama üzerinde yeterince düşünmediğimiz o meşhur sözün ifadesiyle: Hayat, boşluk kabul etmiyor.