Airfryer mı Ekose Ceket mi?

M. Mücahid Sağman, perspektif.online’da “Airfryer mı Ekose Ceket mi?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Airfryer mı Ekose Ceket mi?

Seçimler yaklaşırken toplumsal tabanın iknası için siyasi partilerin tüm kozlarını oynadığı bir sürece girdik. İktidar ve muhalefet kurdukları ittifaklar ile çeşitli toplumsal, ekonomik ve hukuki vaatlerle halkın gönlünü kazanmanın yolunu arıyor. Öte yandan vaatlerin ötesinde, politik taraflar toplumun siyasi tercihlerini yönetebilmenin imkânlarını da sonuna kadar kullanıyor. Politik tercihleri yaratan kültürel imgeler, siyasetin rengini belli eden temel referans noktaları olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin Erdoğan’ın “kazandıran ekose ceket”i zamanla siyasi bir sürecin belirgin bir imgesi olarak gücü ve özgüveni temsil edebiliyor. Ama daralan ekonomik imkânlar ve halkın güçlü ülke politikası yerine kendi reel ihtiyaçlarını karşılamaya dair olağan talebi, Kılıçdaroğlu’nun mütevazı mutfağındaki herkesin sahip olabileceği bir Airfryer’e odaklanmayı icbar ediyor. 

 

Siyasi figürlerin ne vaat ettikleri seçmen açısından zaman zaman önemlidir, fakat bu önemin derecesi seçimin hangi şartlarda yapıldığına ve seçime giden ülkenin ekonomik durumuna bağlıdır. 14 Mayıs seçimi vaatlerden ziyade ülkenin kamplaşan yeni ideolojik yönelimlerinin neredeyse bir savaş alanı gibi duruyor. Bu açıdan halkın birinci derecede odaklandığı konunun vaatler olmadığı, gelecek kaygısı meselesinin vaatlerden ziyade bir değişim veya istikrar ekseninde ilerlediği söylenebilir. 

 

Değişim, İstikrar ve Semboller

Siyasi ittifakların “değişim” ve “istikrar” zeminine dair vurgularının ve buna dair sembollerin de bazen doğal kimi zaman da stratejistler tarafından üretilmiş imgelerle güçlendirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Erdoğan’ın hasta yatağından kalkar kalkmaz giydiği ekose ceketin bir ‘uğur’dan ziyade 20 yıllık iktidarın istikrarla güç ekseninde yeniden inşa edilmesine dair mesajını taşıdığını söylemek mümkün. Öte yandan halkın günlük ihtiyaçlarının ülkenin savunma sanayii ile öne çıkan güç arzusundan daha birincil bir mesele olduğunu söyleyen muhalefet blokunun adayının mutfağının rastgele seçildiğini söylemek de zor görünüyor. Zira son yıllarda artan ekonomik sınıfsallaşmanın yarattığı rahatsızlığın sonucu olarak ekonomik bunalımın çözüm adresi olma iddiası, ‘saray’dan ziyade halkın arasına karışmış bir cumhurbaşkanı tasarımını popüler kılabiliyor. Bu açıdan Kılıçdaroğlu’nun geçen yıl bazı pahalı otellerden yaptığı konuşmaları eleştirilerden sonra bırakıp evinde yapması, bir siyasi stratejiye işaret ediyor. Öte yandan evin içinde de mutfak tercihi güçlü ülke imajı yerine halkı güçlü kılan ekonomi politikası üretileceğine sembolik olarak işaret ediyor denilebilir. 

Siyasal kurgular genelde neyin söylendiğinden ziyade alt metinde neyin işaret edildiğine odaklı ilerler. Böylece tek bir görselde birçok soru ve cevap sıralanmış olur. Politik karar alma mekanizmasının olgunlaştırma derdi yoktur, onun yerine kriz çözme eyleminin aceleciliği ve her an yeni gelişmelere odaklı olmak gibi bir sıradanlığı vardır. Bunun için görsel, işitsel veya yazılı bir siyasal metnin de dokusu, hızlı ve üretken olması ile politik arenada kendine yer bulur. Örneğin Pamuk’a göre siyasi bir romanda kimin ahlaki olarak haklı, hangi romanın karakteri daha iyi ya da hangi ideolojinin doğru olduğu değil, bütün bu soruların sorulduğu ortamın renkleri, şiddeti ve dokusudur püf noktası. Gerçeği değil de geçerliliği arama kaygısı da buradan gelir.¹ 

Gerçekliğe odaklayan bir diğer unsur sembollerde tercih edilen renkler ve dekorasyonu sağlayan eşyalardır. Erdoğan’ın savunma sanayii üzerinden kurduğu politik denklemin bir sonucu olarak askeri renkleri tercih eden ceket veya kıyafet tercihleri yine ‘güç’ üzerine kurulu sembolizmi işaret ediyor. Kılıçdaroğlu’nun evindeki loş ışık ve ahşap renklere odaklı tasarım, gerilen siyasi iklimden uzaklaşmayı ve kendi sorunlarına odaklanan bir atomizasyon sürecini destekliyor diyebiliriz. Ayrıca ahşap malzeme ve renkler nostaljiyi anımsattığından, Baudrillard’ın ifadesiyle tözünü toprağa borçlu olan, yaşayan, nefes alan ama en önemlisi “çalışan” bir malzemedir.² Malzeme ve renkler ‘güç’ ve ‘sükûnet’ arasında kurulan politik zıtlaşmanın alt yapısını oluşturuyor. Her ne kadar zıtlık olarak görülse de güç ve istikrarı bir araya getiren ve aralarındaki ilişkiyi güçlendiren şeyin kalıcı ve katı pastel renkler olduğu söylenebilir ve tüketim dünyasına pastel renkler hakimdir. 

Tüketim ve güç istenci arasında kurulan bağ çoğu zaman insanların sahip oldukları eşyaların kullanım değeri ile alakalıdır. Örneğin mevcut iktidarın sık sık ileri sürdüğü bazı eşyaların kendi dönemlerinde evlere girdiği iddiası bununla ilgilidir. Eşyalar eski olsa bile tüketim alışkanlıkları içine dahil olması veya dekorasyonun vazgeçilmez parçası haline gelmesi tüketim kültürünün benimsenmesiyle alakalıdır. Haliyle buzdolabı 1960’lardan beri evlere girmiş olsa son 20 yılda kültürün bir parçası haline gelmiştir. İktidarın zihinsel kodları tüketen bireyin var olması üzerine kurguludur. Ahşap renkler ise canlı ama bununla birlikte sonu olan ‘ölümlü’ renklerdir. Baudrillard’a göre ahşap yaşlanan canlı bir malzemedir.³ Ahşap malzeme ve mat renk seçimi ‘sükûnet’ ve ‘değişim’i bir araya getirmeyi amaçlıyor. Böylece politik atmosferin belirli bir düzlemde gerilimi azaltması için değişim şarttır ve bu durum zamanla ülkede var olan siyasi kutuplaşmayı bitirebilecektir. 

 

Mekân Tercihleri

İktidar ve muhalefet arasındaki ayrışmanın bir yönü de mekâna dair atıf ve tercihlerdir. İktidarın İstanbul’u öne çıkaran sembolik dilinin İslam dünyasının merkezi figürü olarak Türkiye’yi inşa etme haliyle ‘birey’in var olmasından ziyade ülkenin gücüne odaklı politika üretmesini ortaya çıkarmıştır denilebilir. Ankara ise Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi olarak daha mikro ölçekli sorunlara odaklanmanın sembolik dünyasını inşa etme eğiliminde. İstanbul ile kurulan tarihsel bağ, bir anlamda Halife ve Padişah ile kurulan bağdır. Bu anlamda bu eski şehir kadim değerlerin yeniden ayağa kalkmasının ve ülkenin Cumhuriyet’le örülen kabuğunu kırmasının imkânını verir. İstanbul imgesi ‘güç’ ve ‘yayılma’ metaforu barındırır ve asıl odak noktası halkın küçük sorunları değil devletin ‘beka’sıdır. Ankara yorgun bir halkın kendi küllerinden yeniden ayağa kalkmasını sembolize ettiğinden sınırları bellidir. Mutfağa, yerel değerlere ve tarihsel olarak daha yakın ‘mutlu’ günlere dönmeyi sembolize eder. Becker, mekânsal pratiklerin kültürel ve zihinsel kodları etkilemesinden bahseder. Chicago ve Paris arasında yapılan kıyas, her iki kentin sosyolojisini anlama ve oraya dair yapılacak çalışmaları etkileyecek boyuttadır.⁴ Örneğin Chicago bloklardan oluşur ve her blokun numaralandırma sistemi tamamen matematiksel bir yön bilgisi tahkim eder. Böylece kente gelen bir yabancı birkaç matematiksel denklem oluşturup ezberleyerek kısa sürede yaşadığı yere uyum sağlayabilir ve onu tekrar ezberlemek için çaba sarf etmesi gerekmez, çünkü bu kodlama artık değişmeyecektir. Diğer taraftan cadde isimleri uzun mesafeler boyunca değişmez. Paris ise 23 bölgeden oluşur ve her bölgenin yönetimi farklıdır. Her bölge Paris’in kent merkezine açılan kaçınılmaz akışlara sahiptir. Haussman, kenti inşa ederken 1848 olaylarındaki isyancıların kaçış noktalarını kesmek ve onları en nihayetinde otoritenin merkezi alanına getirmek istemiştir. Haliyle bu iki farklı kentte yaşayan bireylerin mekânsal pratikleri ve kentsel hafızaları oradaki sosyolojinin gerçeğini de icbar edecektir. Türkiye sosyolojisi mekân metaforunu politik blokların söylem gücü altında inşa ediyor. İstanbul ve Ankara şehirlerine verilen anlam yeni kentsel bloklaşmayı da üretecektir.       

İktidar ve muhalefetin semboller üzerine kurduğu siyasal denklem, tabanda yaşanan gerilimi de besliyor. Çünkü her sembol, onu yaratan anlam dünyasının hafızasını da çoğu zaman şiddetle kurulmuş metaforlarla getiriyor. İki politik söylem arasında kurulan ‘intikam’ metaforu, kitlelerin sokakta birbirlerine karşı bilenmesine neden oluyor. Mevcut iktidarın dini sembol ve söylemi, hatta değerleri kendi siyasi söyleminin parçası haline getirme çabası tarihsel olarak siyasi arenayı mümin-kâfir dikotomisine kadar götürecektir. Nitekim bazı adayların kendi adaylıklarını Allah’a bağlaması bu denklemde şaşırtıcı değildir. 

 

Dini Semboller

Cumhurbaşkanı’nın kendi politikalarının onayını Allah’tan aldığını belirtmesi de dini sembol ve değerlerin gündelik siyasete kurban edilmesi olarak karşımıza çıkıyor. Burada kritik nokta, dini üst değerlerin araç haline gelmesi ve politik kararların kutsal hale içine dahil edilmesidir. Böylece politik meşru çerçeve içinde alınan her karar ve ortaya çıkan her nesne dini söylemin bir parçası haline gelme eğilimi kazanır. Bu durum hem parti içinde hem de partinin muhatap olduğu tüm toplumsal tabanda zamanla politikaların amaç-fayda düzleminden günah-sevap alanına kaymasına neden olacaktır. Oysa devlet politikaları halk tarafından bir süreliğine seçilen geçici iktidar figürlerinin aldığı kararlar ile sınırlıdır. Buradaki sınır, zaman ve mekâna bağlı olarak süreçlerin hızı oranında değişim kabiliyetine sahip esnek yapılardır. Günah- sevap veya iyi-kötü ikilemi ise evrensel üst olguların zaman ve mekân akışına bağlı olmaksızın ortaya çıkan değerleridir. Haliyle devlet politikası iyi veya kötü değil, geçerli veya geçersiz kavramlarıyla anlamlıdır. İktidarların veya politik figürlerin kendilerini evrensel iyiliğin kaynağı olarak inşa etme çabası bir tanrılaşma eğilimidir. 

Dini sembollerin kullanılması konusunda en belirgin örneğin başörtüsü olduğu bir gerçek. Ana muhalefetin iftar benzeri etkinliklerde başörtülü bireyleri ön saflarda gösterme arzusu, hatta dini anlamda bir karşılığı olmadığı halde, mezarlık ve cami ziyaretlerinden görmeye alışkın olduğumuz şekilde, kadın politik figürlerin yine iftar sofrasında başlarını örterek poz vermeleri benzer semboller dünyasına çağrışım yapmakta. Dinin araçsallaşarak politik arenada semboller yorgunu haline getirilmesi, toplumsal gerilimi artırmak dışında bir sonuç üretmeyecektir. 

Sonuç olarak bu seçim, politik blokların vaatlerinden ziyade ürettikleri sembollerin sahada mücadelesi olarak görülmektedir. Halkın anlam dünyasında yaratılan güçlü semboller toplumun ruhu ile beslenirse bir karşılık yaratacaktır. Aksi takdirde gerilim ve kutuplaşma, sembollerin agresifleşmesi dışında bir anlam ifade etmez. Ayrıca sembollerin anlam genişliği toplumun psiko-sosyal yapısı ile eşzamanlı hareket eder. Ekonomik olarak bunalmış bir toplumda güç imgesi birincil öneme sahip olmayabilir. Önceliği geçimini idame etmek olan bir bireyin savunma sanayiine dair iç dünyasında kıpırdanma olmaması normal görülmelidir. Ama bunula birlikte gelişmekte olan bir ülkede yavaşlamayı sembolize etmek de benzeri bir refleks gösterebilir. Hangi sembolün halkın dünyasında öncelik oluşturduğu ise 15 Mayıs sabahı ortaya çıkacak şüphesiz.

__

¹Rifat, M. (2016). Barthes, Proust, Baudelaire ve Ötekiler. YKY. Sf 104

²Baudrillard, J. (2011). Nesneler Sistemi. Çev. Oğuz Adanır & Aslı Karamollaoğlu. Boğaziçi Üni. Yay. Sf. 47.

³A.g.e. Sf. 47

⁴Becker, S. H. (2017). Peki ya Mozart, Peki ya Cinayet. Çev. Ebru Arıcan & Özlem Alioğlu Türker. Heretik Yayınları.

 

Kaynak: Farklı Bakış