23 Haziran İstanbul seçimi beklenmedik şok bir sonuçla neticelenince ve tesiri, çıkardığı ses ve olası sonuçlarına bakıldığında bir ?´milat´´ olma özelliğini göstermektedir. Belki de sonun başlangıcı ya da belki bir silkiniş?
Bu ve benzeri gelişmeleri değerlendirmek için dergide bir ?açık oturum´ düzenledik. Cüneyt TORAMAN, İslam ÖZKAN, Nuri YILMAZ, Mehmet ŞEREFOĞLU ve Ümit AKTAŞ birçok konuyu karşılıklı değerlendirdiler. Bu uzunca açık oturumun tamamı sınırlı miktardaki dergi
sayfalarımızda yer alamadı. Devamını hatta tamamını ?´HABER DURUŞ´´ sitesinden takip edebileceksiniz.
Açık oturumda yazarlarımız tekrarlanan seçimi, toplum mühendisliği projelerini, STK AK Parti etkileşimlerini, Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemini, AK Parti-MHP ittifakının asıl nedenlerini, sıkça kullanılan ?´üst akıl´´ ı, İslami STK´ların, cemaat ve vakıfların resmi organlarla olan ilişkileri ve sonuçları, STK´ların toplumsal dönüşüme etkilerini konuştular.
Açık oturumun Moderatörlüğünü araştırmacı yazar Ümit AKTAŞ yaptı.
İlgi ile okuyacağınızdan eminiz, çünkü konuyu değerlendirenler sahadan isimler.
ÜMİT AKTAŞ: Arkadaşlar hoş geldiniz, Türkiye hiç alışılmadık bir şekilde uzun yıllardır bir seçim sürecinin içerisinde. Son altı aydır ise özellikle İstanbul seçimine kilitlenilmiş durumda. Mahalli seçimlerde bildiğimiz gibi Ak parti oylarını çok fazla kaybetmese de hemen hemen önemli büyük şehirlerin hepsini kaybetti. 31 Mart seçiminde İstanbul büyük şehir başkanlığı seçimi ile ilgili bir şaibe ortaya çıktı ve YSK tarafından seçim iptal edildi. Seçim yenilendi ve bu kez oylar oldukça farklı bir biçimde artarak Ekrem İmamoğlu yeniden seçildi. Ekrem İmamoğlu diyorum çünkü Anayasa değişikliği ve geçen yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ile Türkiye´de sistem dengesiz bir biçimde değiştirildi. Anayasa´nın başka bölümlerine el sürülmeden, sadece cumhurbaşkanlığı ile ilgili kısımları değiştirilerek, Türkiye´deki sistem başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine dönüştürüldü. Bu sistemin dengeli bir sistem olmadığını, farklı sorunlara yol açacağı üzerinde epeyce konuştuk. Ama o sırada ne iddia edildi: koalisyonlara son verilecek, sistem daha rahat işleyecek vs vs. Fakat şimdi tam aksine, daha önce seçimlerden sonra oluşturulan koalisyonlar seçimlerden önce oluşturuluyor ve bu sistem, eskisinden olmadığı kadar bunu mecbur kılıyor. Eskiden partiler koalisyon yapmaya çok mecbur değildi. Ama şimdi oy oranını yüzde 50´nin üzerine çıkacak kadar koalisyona mecbur kalıyorlar. Yani AK Partinin lehine gördüğü bu strateji, daha uygulamanın ilk yılında aleyhine döndü. AK Parti burada hiç istemeden rakiplerine bir yol açtı. Hiçbir zaman bir araya gelebileceği düşünülmeyen dört tane farklı siyasal eğilim, özellikle bu mahalli seçimde bir ittifak yaparak Ekrem İmamoğlu´nu başkan olarak seçtiler. İmamoğlu doğrudan CHP´nin adayı olarak temayüz etmedi zaten ve bunu söylemekten bütünüyle kaçtı, kaçındı. Çünkü bildiğimiz gibi CHP´ye karşı muhafazakâr sağcı seçmenin bir türlü giderilemeyen bir alerjisi var. Bu alerjinin haklı dayanakları var elbette. Ama CHP, şimdilerde kendisini yenilemeye çalıştığını iddia ediyor. Bütün bunlardan sonra, İmamoğlu, adeta bir bilek güreşine dönüştürülen İstanbul seçimlerini kazanarak bir bakıma 17 yıllık AK Parti iktidarının sonunu getirebilecek bir başlangıç yaptı. Çünkü bildiğimiz gibi Tayyip Erdoğan da, ilk belediye başkanlığında, çok daha düşük bir oyla İstanbul seçimlerini kazanmıştı. Belediyedeyken yaptığı icraatlar 10 yıl sonra ona iktidarın yolunu açmıştı. Bu kez de öyle bir yol olur mu bilmiyorum ama bu, önlenemez biçimde konuşuluyor. Şu anda bir iktidar var ve bu iktidarın da daha dört yıllık bir süresi var.
Şimdi öncelikle tekrarlanan seçimi İmamoğlu´nun oy farkını artırarak kazanması üzerinde konuşalım ve söze İslam Özkan´dan başlayalım.
İSLAM ÖZKAN: Burada esas mesele İmamoğlu´nun seçimi kazanması değil, daha da önemlisi bu kadar devasa farkla kazanmış olması. AK Parti yargının bağımsızlığını zorlayıp, sınırları aşmasaydı, bu seçimleri iptal ettirmeye gitmeseydi daha onurlu bir hezimet alacaktı ve önümüzdeki 5 senede hem meclisteki çoğunluğu üzerinden, hem merkezi hükümet politikaları üzerinden, hem de belki de CHP ve İmamoğlu´nun yetersizliği üzerinden kolayca sıkıştırabilecekti. İmamoğlu İstanbul´u yönetemez hale gelecekti. Tabi bu yönetemezlik sürecinden belki Ak Parti kazançlı çıkacaktı ama netice itibariyle CHP daha dezavantajlı konumda olacaktı. Peki, bunu nasıl göremediler? TV´ye çıkan bütün siyasiler, yorumcular, analistler, bu seçimin iptal edilmesini meşru gösterdiler. Ve AK Parti de buna ikna oldu. Benim anladığım Cumhurbaşkanı Erdoğan da belli bir noktaya gelindiğinde mağlubiyeti kabul etmişti; o kadar çapraz sayımlardan sonra bu oyun daha da düşmeyeceğine kanaat getirmişti. Ama buna rağmen belirli unsurların zorlamasıyla ikna edilme olasılığının yüksek olduğunu düşünüyorum. Rusya ziyaretine kadar, Putin görüşmesinden önceki açıklamaları, ifadeleri, bu sürecin tamamen tepe taklak olduğunu gösterdi.
Dolayısıyla körleşen, halkla kurmuş olduğu sahici ilişkilerini yitirmekte olan, mekanizmaları giderek felç olan bir siyasi partiye, siyasi parti enkazına dönüşme riski ile karşı karşıya AK Parti. Sahici ilişkiler derken ahlaki temele dayanan ilişkiler anlamında değil. Halkla iletişim halinde olmayı kastediyorum. Fakat şu anda bu şey yitirilmiş. AK Parti yöneticilerinin tamamen kendilerini izole etmiş olması bu durumu gösteriyor. Milletvekilleriyle, üst düzey yöneticilerle konuştuğunuzda şunu görüyorsunuz: ben falanca görevdeyim ama yetkim yok, ben falanca kurumdayım ya da genel danışmanlık yapıyorum ama benim bir yetkim yok. Çok enteresan bir şey, istişare temelli kadro hareketi olan AK Partinin süreç içerisinde yavaş yavaş geldiği bu durum, siyasal bir tıkanmanın işareti.
ÜMİT AKTAŞ: İstişare temelli bir parti derken, böyle bir şey var mı, yoksa öyle olması gerekir mi diyorsun?
İSLAM ÖZKAN: En başlarda öyleydi en azından; şartlar bunu dayatıyordu. Erdoğan´ın kendisinde benim gördüğüm kadarıyla eleştiriyi sevmeyen çok da fazla istişareden hazzetmeyen bir yapının olduğunu görüyorum ama bu yapı, bu mizaç, mevcut yapının, kadronun ağırlığıyla dengeleniyordu. Dengelenme mekanizmaları mefluç olmaya başlayınca, istişarenin giderek eridiğini, yok olduğunu, Sayın Cumhurbaşkanının karakterinin ön plana çıktığını, artık devletin de birkaç kişiyle yönetilmeye başladığını görüyoruz. Bu ciddi sorunla beraber AK Partinin de, Cumhurbaşkanın da kendini izole ettiğini gösteriyor. Bu süreç aynı zamanda AK Partinin de AK Partiyi oluşturan mekanizmalarında halktan koptuğunu gösteriyor. Teşkilatlar yorgun, insanlar yorgun? Hatta STK´larla konuştuğunuzda şunu görüyorsunuz: iş yapabilecek potansiyele sahip, belli bir gücü kudreti zenginliği olan insanlar artık hayır için STK´larda faaliyet gösterme eğilimini tamamen bir kenara bırakmışlar. Maddeten ve siyasal iktidar içinde daha iyi konumlanmak açısından o STK içinde canhıraş bir mücadele veriyorlar. Dolayısıyla dindarlardaki yorgunluğun, bitmişliğin AK Partiye sirayet ettiğini ama öbür taraftan interaktif bir şekilde birbirini etkileyerek devam ettiğini görüyoruz. Dindar kesimdeki yılgınlık ve yorgunluk AK Partiyi tüketiyor, AK Parti teşkilatlarındaki yılgınlık da dindar kesimi olumsuz etkiliyor. Bu süreç giderek ivmeleniyor, hızlanıyor.
ÜMİT AKTAŞ: Teşekkür ederim. Şimdi de aynı konuda Nuri Yılmaz´ın tahlilini dinleyelim.
NURİ YILMAZ: Bu hadisede beni gündelik siyasi sonuçlardan ziyade Türkiye´deki genel siyasetin gidişatı daha çok ilgilendiriyor. Zihnimi meşgul eden taraf daha çok burası. Gündelik siyasi sonuçları açısından AK Parti tarafından, seçmen AK Partiye uyarı verdi ama bundan sonraki seçimlerde böyle olmayacak şeklinde yorumlanması mümkün. Veya iktidar partisinin bu seçimlerden doğru sonuçlar çıkartıp kendisini düzeltmesi mümkün. Ama siyasetin genel gidişatı açısından baktığımızda orada ne düşünmek lazım ne söylenebilir orası benim daha çok ilgimi çekiyor. O açıdan meseleye yaklaştığımızda öncelikle cumhurbaşkanının kendi siyasi sürecinde kullandığı üç kavram vardı. Çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemi. Çıraklık ve kalfalık dönemi AK Partinin temsil etmiş olduğu siyasal çevrenin kendisini yeterince güçlü hissetmediği, dolayısıyla birtakım politikalara soyunurken farklı görüşleri ikna etmeye çalıştığı bir süreçti. Genel olarak da Türkiye´de bu süreçte AK Partinin bu ilk iki dönemi birtakım şikâyetler olsa da genel bir şikâyete dönüşmüyor. Ustalık dönemi ise herkes farklı görüyor düşünüyor ama farkın ne olduğu konusunda görüş ayrılığı oluyor. Ben ustalık dönemini şu şekilde algılıyorum: bu dönem bize ilk olarak Gezi Parkı olayları sırasında göründü. Gezi Parkı olaylarını, üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen konuşmamız mümkün. Siyasal erk bu konuda istihbarat aldığını açıklamıştı. Bir tehdidin geldiğini görürseniz ilk refleksiniz onu engellemek şeklinde olur. Fakat siyasal erk gelen tehdit karşısında bunu nasıl engellerim diye düşünmedi.
,ÜMİT AKTAŞ: Gezi Parkının başındaki masum çevre duyarlılığı 3 ay önce başlamıştı, kışın ortalarında. Oraya buldozerler inşa ekipleri gittiğinde gönüllüler orada ağaçları korumaya başlamışlardı. Oradaki direnişe İslami camiadan katkı verenler de oldu.
NURİ YILMAZ: Siyasal erkin düşüncesi bir tehdide dönüşecekse şayet bu tehdidi nasıl engellerim şeklinde olsaydı ta o zamandan kendisini gösterirdi. Ama siyasal erk böyle düşünmüyor, böyle bir şey yapılacaksa yapsınlar, umursanmıyordu. O zaman, Kürtlerle barış süreci vardı, tırnak içinde sadece İstanbul´daki rahatsızlar katılacak. Tehdit o kadar büyük değil; nasıl haberleşiyorlar, bunları kim destekliyor, nasıl organize oluyorlar bu hesaplanmış olmalı ki cumhurbaşkanı 4. gününde yurtdışına giderken havaalanında olayların üzerine benzin atacak konuşmalar yapıyordu. Böylece vatandaşa ?geziciler? iktidara gelirse ne olacağına dair bir Türkiye fotoğrafı gösterildi. Fakat Taksim´de olmuştu olay, sağın solun yandığı kaldırım taşlarının söküldüğü, tahrip edildiği, sorumsuz gençlerin tamamen keyfi davranışlar sergilediği bir Türkiye fotoğrafı gösterildi. Cumhurbaşkanı yurtdışından döndüğünde bir kahraman gibi karşılandı, AK Parti ondan sonraki seçimleri garantilemiş oldu falan. Modern devletin toplum mühendisliği için kullandığı ölümü gösterip sıtmaya razı ettiği benzer bir politikaya şahit olduk.
ÜMİT AKTAŞ: Aslında işin şöyle bir tarafı olduğunu da sanıyorum, o zamana kadar AK Parti toplumla uzlaşarak barış içinde siyasetini götürdü. O dönemlerde siyasal desteğinde bir azalma oldu veya stratejik gidişatında sorunlar ortaya çıktığından, stratejiyi değiştirip o tür bir kutuplaşmaya giderek tabanı konsolide etme arzusu daha çok öne çıkmaya başladı. O süreç, sizin de söylediğiniz gibi birkaç ufak tavizlerle atlatılabilecekken ve şu anda hepimiz tarafından unutulmuş olabilecekken, bu süreci adeta yeni bir dönemin başlangıcı haline getirdi.
NURİ YILMAZ: Tabi sadece Gezi Parkı olayları üzerinden bir okuma yapmaya çalışmıyorum. Ustalık döneminde kullanılan yöntemle de siyasetin yöntemi, tarzı nedir, buna ulaşmaya çalışıyorum. Çünkü Gezi Parkı olayları ile ilgili olarak benzer süreçlerin ortaya çıktığı ve bunun önünün alınamadığı bir gidişata da şahit olduk. Velhasıl AK Partinin Gezi Parkındaki politikalarına taraftar olan birisi pek ala orada yapılan işleri çok doğru, çok yerinde diye nitelendirebilir. Ben sadece kendi baktığım noktadan buradan nasıl siyasal bir sonuç ortaya çıkıyorsa, buna odaklanıp oradan bir yöntem devşirebilir miyiz, buna ulaşmaya çalıştım. Ve istihbarat alınıyor, nasıl engellerim diye düşünülmüyor, tamam yapsınlar, buradan nasıl siyaset devşirebilirim gibi bir yaklaşım tarzı ortaya çıkıyor. Ondan sonra aralarında çok fazla zaman olmayan ilk olay, 17/25 Aralık. Burada da siyasal erk 8 ay önceden istihbaratını aldığını ifade etti. Savcıların 40 küsur dosya üzerinde çalıştığı medyaya yansıdı. Bütün bu dosyalar hazır olarak gelmiş olsa bir sürü insan dava konusu edilecek, altından kalkılmayacak bir şey ve siyasal erkin yine bundan risk analizi yapıp olayı küçülterek 4 dosyayla falan mesele çözümlenebilecekken, buradan nasıl siyaset devşirilmeye odaklanıldığını yine kendi adıma tespit ediyorum, görüyorum.
Bu tespitlerim şayet doğruysa bundan sonraki okumalarımı bu denklem üzerinden kuruyorum, her bir olayı da o denkleme yerleştirdiğimde de hadiselerin daha kolay anlaşılabildiğini fark ettim. Mesela bir darbe teşebbüsü oldu burada istihbaratın herhangi bir veriye ulaşmamış olmasını imkan dahilinde görmemek gerekir. Rusya´dan da Amerika´dan da istihbaratların verildiğine dair açıklamalar oldu. Hâlbuki Türk istihbaratının onların istihbaratına ihtiyacı yok, orada da ?bunu nasıl engelleriz?den ziyade buradan nasıl siyaset devşirmeye odaklanan bir yaklaşım tarzı var.
Şimdi bunun seçimlere olan yansımasını da şöyle görüyorum. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri vardı. 7 Haziran seçimlerinde son seçimlere benzer bir durum oldu. Hiç kimsenin tek başına iktidar olmayacağı bir seçim ortaya çıktı yönetici erk bizi AK Partinin olmadığı Türkiye fotoğrafını kötü bir şekilde gösterdi. Belki bazı şeyleri tahrik ederek, abartarak kendisinin olmadığı Türkiye fotoğrafını gösterdi. Vatandaşı bir nevi sandığa gitmeye mecbur bıraktı ve belki de tarihte en büyük oy oranıyla seçimleri kazandı.
Son seçimlerde de İstanbul belediye başkanlığı bütün partiler için çok stratejik bir öneme sahip, kimse kaybetmek istemez veya herkes almaya uğraşır. Seçimin kaybedilme ihtimali ortaya çıktığında bir gölgeleme söz konusu oldu ve AK Parti öyle zannediyorum ki kendisinin olmadığı fotoğrafı yeniden göstermeye çalıştı. Çok kısa bir süre olmasına rağmen İmamoğlu´nun icraatlarını aşırı derecede kötü göstererek veya karşısındaki bunun aleyhine medyaya bir süre malzemeler sunarak falan o fotoğrafı bize vermeye çalıştı ama hem o fotoğraf yeterli olmadı; hem de halk artık kendisinin bir figürana dönüştürüldüğü hem de sandığa götürüldüğü bir siyaseti benimsemediğini, kabullenmediğini belki gösterme babında siyasal erkin düşüncesinin tersine bir tutum sergiledi. AK Parti açısından seçimler kaybedilmiş oldu.
Dolayısıyla bu süreç, kendisini halka dayatan, toplum mühendisliği yapan siyaset politikalarının sona geldiğini göstermekte. Artık halk tepkisini ortaya koymuş oldu. Şayet bu okuma doğru ise, tabi ki memnuniyet verici bir şey. Dünyanın içerisinde bulunduğu konjonktürel şartlar göz önünde bulundurulduğunda ise bir savaş hali var dünyada. Dereyi geçerken at değiştirmek doğru değildir. Aslında şu anda hiçbir ülkenin siyasal belirsizliğe tahammülü yok. Siyasal belirsizliğin ortaya çıkmış olduğu ülke yeni kurulan dünyada belki de rolünü kaybedip figüran durumuna düşebilir. Biz vatandaş olarak bunu görüyoruz özellikle Cumhurbaşkanının kıymetini takdir ediyoruz ama bakın ben olmazsam bu olur gibi bir tehdit yoluyla kendisini seçtirmeye çalışıyor. Oysa daha öncesinde samimiyetiyle, dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla bizden sempati toplayarak oyumuzu alırdı. Şimdiki hali ise yerinde bir siyaset tarzı değil, bundan kaçınılması gerekir. Ben bu seçimi öyle bir seçim süreci olarak algılıyorum. Siyaset tarzının halk tarafından reddi gibi.
ÜMİT AKTAŞ: Teşekkürler. Şimdi de Cüneyt Toraman´ın değerlendirmelerini alalım.
CÜNEYT TORAMAN: Sosyolojik bir olgu var: o da bir parti iktidara gelir, yükselir, daha sonra da oyları düşer gider. AK Partinin 17 yıllık iktidarına rağmen çok olağan üstü halk desteği var. Bir filmde, Doktor House diye bir kadın doktor var. Hasta ölüyor. Diyor ki, her şeyi yaptım ama hasta öldü. Evet, siz tıbben gereken her şeyi yaparsınız ama hastalar ölür. Dolayısıyla biraz da bu açıdan bakmamız lazım; bir kader toplumsal bir kader olarak da bunun bir boyutu var. Yani bir yıpranmışlık vs. falan biz bunların hepsini değerlendireceğiz, birikimlerimize göre sebeplerini bulmaya çalışacağız ama konu üzerinde doğru denetlerle doğru bilimsel araştırmalar yapılmadığı sürece söyleyeceklerimizin sadece tahmin olarak kalacağını düşünüyorum. Bir heyecan, motivasyon noksanlığı var, onu görüyoruz ama bu seçim sonuçlarını eğer 23 Haziran akşamından başlatırsak eksik olur diye düşünüyorum. Yani bunun evveliyatı var.
Asıl büyük fotoğrafta, üç tane önemli kırılma noktası var. Birincisi Cumhurbaşkanlığı Sistemi´ne geçiş. Başkanlık Sistemi´ne biz de endişelerimizi dile getirdik. Ama AK Parti durup dururken geçmedi başkanlık sistemine. AK Parti Başkanlık Sistemi´ne 16 Nisan 2016´da geçti, ondan önce 2 büyük ittifak yaşadık. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 14 tane partiyi bir araya getiren bir üst akıldan bahsediyorum. Yetmedi 7 Haziran 2015 seçimlerinde muhalefet yüzde altmış olarak kazandı, AK Parti %40´a, (yüzde kırka) düştü ve muhalefette kaldı. Eğer MHP, HDP´nin içinde olacağı veya dışında destek olacağı bir oluşumda ben yokum demeseydi, belki de şu anda yargılanıyor olacaktı Recep Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanı dolayısı ile böyle durup dururken, bir de başkanlık sistemini deneyelim diye böyle bir tercih yapmadı.
ÜMİT AKTAŞ: Cüneyt hocam, ?Başkanlık Sistemi?nin aklı veya teklifi bir AK Parti stratejisi mi, -bu işin içinde olduğunuz için sormak istiyorum-, yoksa Devlet Bahçeli mi bunu teklif etti acaba?
CÜNEYT TORAMAN: Ben Devlet Bahçeli´nin yaptığını zannetmiyorum. Devlet Bahçeli zaten siyaseten yok ediliyordu. 7 Haziran seçimlerinden sonra MHP içinde muhalefet başladı. O zamana kadar yoktu. Sen ne için bu koalisyona destek vermedin diye; İYİ parti o zaman çıktı. Dolayısıyla muhtemelen istihbari kayıtlar Devlet Bahçeli´ye okundu, gösterildi. Devlet Bahçeli baktı ki en sadık arkadaşları arkadan hançerlemeye çalışıyor, ondan sonra AK Parti´yle ittifak sürecini başlattı. Hatta başkanlık sistemiyle ilgili teklifi de o yaptı meclise. Meclis kabul buyurursa geçeriz, reddederse başımız gözümüz üstüne dedi. Ve bu sisteme, başkanlık sistemine geçildikten sonra iki önemli seçim yapıldı. Birisi 24 Haziran seçimleri ki Mecliste yasama organında çoğunluğu ele geçirdi, yürütmenin tam beş yıl boyunca hükümet etme hakkını kazandı. Ondan sonra yerel seçim yapıldı. Türkiye´nin nerdeyse 3´de 2´sinde MHP´yle birlikte olağanüstü bir zafer kazandı. Ama ben başlangıçtan beri dile getiriyordum bu sistemin karşı tarafı da ittifaka zorlayacağını. İki partili bir sisteme gidilecekti. Tamamen rast gele, hiç kurgulanmamış, alt yapısı hiç düşünülmemiş, hazırlanmamış bir şekilde bu sistem uygulamaya getirildiği için biz bunları yaşadık. Eğer siz başkanlık sistemine geçecekseniz siyasi partiler dahil, seçim kanunu dahil, mutlaka dar bölge seçim sistemine geçilecek biçimde yasaların değiştirilmesi gerekiyor.
ÜMİT AKTAŞ: Bunlar konuşuldu ama geçen sene hiçbir şey yapılmadı bu konuda.
CÜNEYT TORAMAN: Ama bu saatten sonra yapılırsa herkes itiraz edecek. Denilecek ki siz kaybettiniz.
ÜMİT AKTAŞ: Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığı zaman akabinde hemen siyasal partiler kanunu vs. değiştirileceğine dair şeylerde söylediler.
CÜNEYT TORAMAN: Ama yapmadılar, yapmaları gerekirdi. Bakın AK Parti azınlığa düştü, üç yüzün altında şu anda. Milletvekili sayısı çok kritik; bir yasayı MHP´nin katkısı olmadan meclisten geçirmesi imkânsız. AK Parti böyle bir şeye düşmemesi gerekirdi. Birincisi doğru kurgulanmamış üzerinde hiç kafa yorulmamış bu sistemin. Parlamenter sistemde sayısız alternatifler var; mesela hükümet istifa eder. Bir problem olursa hemen meclisin içinden yeni bir hükümet kurulur ama başkanlık sisteminin alternatifi yok. Cumhurbaşkanı istifa ettiği takdirde seçime gidilecek. Dolayısıyla bunu ön görülmesi lazım, bunu önleyecek sistem nedir? Bunu önlemek için yasama organında ve yürütmede yüksek bir oy yüzdesini sağlayacak dar bölge seçim sistemi uygulansaydı en az dört yüz milletvekili alınırdı. AK Partinin böyle bir ittifaka da mecburiyeti kalmazdı. İttifakın yolunu açarak AK Parti yüzde bir buçukluk bir partiyi bile meclise taşıdı. Dolayısıyla üzerinde düşünülmemiş bir sistemi getirdiler ve biz onun şu anda sorunlarını tartışıyoruz.
Yani eksik bir sistemi uygulamaya koydukları için, ikincisi seçim sistemi, seçim sistemiyle ilgili biraz önce bahsettim hiçbir değişiklik yapılmadı. Üçüncüsü bu seçimle ilgili YSK´nın iptal kararı, YSK´nın iptal kararından sonra daha seçimlerin yenilenmesi başvurusunda bulunmadan AK Parti, ben şunu söyledim, dedim ki bu halk nezdinde devlet müdahalesi olarak algılanıyor. Siyasi tarihimizde defalarca bunun örnekleri var. 1987 de siyasi yasakların kaldırılması söz konusunda halk olumlu oy verdi, kaldırdı. Ondan sonra bir şiir okudu diye Tayyip Erdoğan mahkûm edildi. Muhtar bile olamaz denildi. Halkın desteği ile önce milletvekili yapıldı, sonra başbakan yapıldı, sonra cumhurbaşkanı yapıldı. Ve süreç ortada 2007 de Anaysa Mahkemesi iptal kararı verdi. Ne oldu? %68 referanduma destek verdi; cumhurbaşkanını halk seçsin diye, dolayısıyla bunun önünü de halk açtı. Halk destek verdi. Sonra 2010 referandumunda CHP açısından, sistem açısından hayat memat meselesiydi. Gerçekten de o referandum olumlu geçseydi işte vesayet sisteminin beli kırılmış olacaktı. Aslında 2007 de fiilen vesayet sistemi darbe yedi ama 2010 da hukuken ortadan kaldırıldı. Kısa bir süreli FETO vesayet sistemi özellikle HSYK´da 2010-2014 arasında devam etti. Ama askeri vesayet kadar güçlü olan bir şey değildi. Tuz buz oldu, darmadağın oldu. Yani 4 yıl içerisinde tasfiye edildi.
ÜMİT AKTAŞ: Cüneyt Hocam, sonuçta İstanbul bir belediye, öncesini bırakalım, şu son seçimde İstanbul belediye başkanlığı seçimi yapılıyor. Neden İstanbul konuşulmadı mesela. Yani şehir neden konuşulmadı? Buradaki konu İstanbul´du çünkü?
CÜNEYT TORAMAN: Ben yirmi yıl falan oluyor, Yeni Şafak´ta, Türkiye´de son 50 yılda seçimler ve toplum mühendisliğiyle ilgili bir yazı yazmıştım. Şimdi üzerinden çok zaman geçti. Daha başka seçimler de yaşadık. Ve o yazının özü Türkiye´de ki seçimlerin bir toplum mühendisliği projesi olduğuydu. Bütün seçimlerimize müdahale edildi. Bazılarında başarı elde edildi, bazılarında başarı elde edilemedi ki Amerika eski siyasi direktörü de bunu açıkça söylüyor: Biz diyor, demokratikleşme açısından seçimlere müdahale ederiz. Bazı partilere destek veririz. Mesela Abdullah Öcalan´ın Ecevit´e teslimi gibi.
Dolayısıyla bu seçimlerde de böyle bir şey var. Belki şu sohbetin en anlamlı en önemli kısmı olur diye düşünüyorum. ?Üst akıl? diye bir şey attı ortaya Ak Parti, yıllardan beri bunu dile getiriyor. Özellikle 2013´teki 17-25 Aralık operasyonundan sonra. Yani bunların beyin takımı bir araya gelip bunları tartışmıyorlar mı? Üst akıl ne demek? Üst aklın mefhumu muhalifi biz alt akılız demektir, yani onlar daha üst bir akla sahip onlar planlarlar biz izleriz, seyrederiz.
ÜMİT AKTAŞ: Peki hocam sizin bir fikriniz var mı üst akıl hakkında? Gerçekten ben de bilmiyorum
CÜNEYT TORAMAN: Şimdi ben tabi Türkiye siyasi tarihinde 1960 darbesi dahil içlerinden Ali Fuat Başgil´in cumhurbaşkanlığı adaylığının iptali, 1997´de hükümet koalisyon hazırlıkları sırasında birileri, Cindoruk gibi birileri ile görüşüyor, kesinlikle bir şey yapmayacaksın diyor, basına da yansıyor ve o koalisyon kurulmuyor mesela. Bunu masumane bir partinin etkili yetkili kurumları karar alsa anlarım ama birileri devreye giriyor, özellikle sermaye çevrelerinden baskılar yapılıyor. Düşünün Ekmelettin İhsanoğlu denilen bir adam siyasi çizgisi belli, 14 partiyi hangi güç bir araya getirebilir, nasıl bir araya getirebilir? Şimdi basketbol liginde süper ligde böyle bir şey olsa küme düşürülür bu takımlar, bu şikedir başka bir tarifi yok. Türkiye´de şu anda yıllardır özellikle referandum öncesinde 7 Haziran seçimleri öncesi dahil 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri dahil siyasi şike uygulanıyor. Ama bizim yasalarımızda siyasi partiler kanunlarımızda seçim kanunlarımızda bunlarla ilgili hiçbir hüküm yok.
ÜMİT AKTAŞ: Hocam neyle ilgili hüküm var? Mesela diyelim ki seçimlerde siyasal partilerin yaptıkları harcamalarla ilgili bir hüküm var mı?
CÜNEYT TORAMAN: Aynen, zaten işlerine de geliyor, AK Parti iktidarda. AK Parti´nin icraatlarının özellikle de yerel yönetimlerde Sayıştay denetim dışındadır değil mi? Sayıştay denetleyemedikten sonra oradaki haksızlıkları, usulsüzlükleri, yolsuzlukları, yanlışlıkları nasıl göreceksin?
İSLAM ÖZKAN: Peki o zaman üstat bu eleştirmemizin ne anlamı kalıyor? Ben şöyle bakılması gerektiğini düşünüyorum, zaten Marksistler üst akla sınıf mücadelesi diyorlar; güçlüler her zaman ezilenleri bir şekilde belirlerler. Marksizm dışından başka bir perspektif ile içten bir perspektif ile baktığımızda da ezen ezilen ilişkisi. Bunu illa ki üst akıl illüminati ya da komplocu bir bakış açısıyla bakmak yerine bizim kendi zaaflarımız üzerinde meseleleri açıklarsak, yani diyorsunuz ki siz mesela AK Parti´nin zaten işine geliyordu, zaten işine geldiği için, bu süreçte üst aklın oyunlarından yararlanan bir güç olarak, üst akıldan şikâyet etmeye hak sahibi değildir.
ÜMİT AKTAŞ: bunu daha sonra konuşalım, şimdi asıl mevzumuzu konuşmaya devam edelim. Mehmet hocam sizi dinleyelim bu konuda.
MEHMET ŞEREFOĞLU: Ben de tabii iktidarın yıpratıcı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani ilk önce yapacağımız tüm eleştirilerden önce gerçekten iktidar yıpratıcı; mutlak iktidar daha çok yıpratıcı felsefesine ben de ciddi ciddi inanıyorum. Bu iktidar yıpratması dışında AK Parti çok ciddi sıkıntılar yaşadı. Mesela 31 Mart seçiminde ?beka? diye bir kavramdan bahsetti; beka bir varlık yokluk meselesi, devletin var olma yok olma meselesi hakikaten çok üst seviye bir iddiaydı. Zillet ittifakı, ihanet gibi cümleler kullanıldı. Cüneyt hocam biraz sistemle ilgili konuştu ama ben bu sistemi, bu ülke için çok makuliyet dışı bir sistem olduğunu düşünüyorum başından beri. Çünkü %50+1 sisteminde ortalama bir çoğunluğu kolayca bulamazsınız. Ama ben bunu da doğrusu pek öyle düşünmüyorum. Ben daha çok birilerinin hatta kendisinin kişisel kaprisi olduğu söylense buna itiraz etmeyeceğim. Ama daha önemlisi AKP bu seçimde ilk defa ahlaki üstlüğünü kaybetti, AKP sahada çok güçlüydü ama sahayla irtibatını kopardı, ahlaki bir üstünlüğü vardı, bu ahlaki üstünlüğünü kaybediyor maalesef; asıl büyük sıkıntılardan bir tanesi bu. Çok büyük bir ötekileştirme var, yani rakip sürekli şeytanlaştırıldı, toplumdaki, sahadaki karşı tezahürü hiç hesap edilemedi sanırım. Artık insanlar bu işten çok ciddi rahatsız oldu, yani bunun bir rekabet değil de birbirini yok etme tarzı gibi görülmesi artık tahammül edilebilir sınırları aştı. AKP´nin kendi içinde de sıkıntıları var. Artık en ilgisizler bile bu akrabaların partide bu kadar ciddi etkin rol alabilmesini, yandaşların bu kadar avantajlı duruma geçirilmesini, müteahhitlerin bu kadar ciddi rol almasını tasvip etmemekteler.
İbni Haldun, Allah ona selamet versin, hep ona atıf yapıyorlar, meşhur dört kuşak teorisinden söz eder; maalesef burada da kendini gösteriyor. İşte birinci kuşak kurucu kuşaktır, sonra otoriterleşme, refah ve yıkıcı kuşak gelir. AK Parti sanki 4 nesilde yaşanması gereken süreci 20 yılda yaşadı gibi. Gerçi sıkıntılar Refah Partisi´nde de vardı, onlar mutlak bir iktidar yaşamadı fakat Refah Partisi´nde de sürekli bir mağduriyet edebiyatı vardı. Bu mağduriyet edebiyatı onları üç dört seçim götürdü. Derken toplum ?´artık bu kadar pısırık durma, masaya yumruğunu vur´´ dedi. Tayip Bey, masaya yumruğunu vurduğu için şaha kalktı, fakat Tayip Bey veya AK Parti ne yaptı?
Sürekli ötekileştirdi, sürekli ayrıştırdı. Rakipler şeytanlaştırıldı ve rakipler üzerinden kitle canlı tutulmaya çalışıldı ve bu durum da artık sona erdi. Deniz bitti kara göründü. Bunun böyle olacağını bazı akıl sahipleri söylemişti, fakat 15 Temmuz ve bazı olaylar süreci biraz daha uzattı.
ÜMİT AKTAŞ: Türkiye demokrasiyle yönetiliyor ve çağdaş demokrasilerde de iki dönem veya on yıl iktidar da kalınması ve sonra değişmesi ilkesi uygulanıyor. AK Parti iktidarda kalma konusunda maksadını aşan söylemlere girişti diye düşünüyorum.
MEHMET ŞEREFOĞLU: Evet, haklısınız. Mesela Amerika´da ne kadar başarılı olursa olsun başkan, 4 + 4 yanı 8 yıl sonra iktidar olamıyor. Ama ne yazık ki Ak Parti veya Tayyip Bey bunu beceremedi. AK parti 2014´de iktidardan çekilmiş olsaydı ve daha taze bir iktidar olsaydı belki bunları konuşmayacaktık. Ama bu sadece onların suçu değil, bu coğrafyanın kaderi bu.
Biraz cesaretimi toplayıp şöyle söylesem: Eğer Hz. Osman on yıl sonra iktidardan, hilafetten çekilseydi, 12 yılını zorlamasaydı, Ömer el Beşir 32 yıl iktidarda kalmayıp makul bir sürede çekilebilmeyi bilseydi, belki bugün karşılaştığımız şeylerle karşılaşmayacaktık. Tabi ki Allah´tan başka kimse olacağı bilemez ama tahminlerimizi söylüyoruz.
ÜMİT AKTAŞ: Mesela Aliya ve Raşid Gannuşi bunu yaptılar.
MEHMET ŞEREFOĞLU: Evet yaptılar ve hala birçok kişinin kalbinde yerleri var. Biz bunu beceremiyoruz. Şimdi Sudan Ömer el Beşir´e niye 32 yıl mecbur olsun. Niye Ömer el Beşir´in iktidardan çekilmesi bir sorun olsun? Bunu sadece Ak Parti siyasi iktidarı için söylemiyorum. Bu hukukçular derneği de olabilir başka bir şey de olabilir; başındaki insan zamanı geldiğinde çekilmeyi bilmeli. Fakat maalesef ki bu makul süre bir türlü gelmiyor ve kişiyle toplumun kaderi bir görülüyor ve bu akabinde başka sıkıntılar doğuruyor. İşin başka bir tarafı da şu ki Ecevit de bunu çok zorladı; öyle ki tanıdıklarım var, çocuklarına Ecevit ismini koymuşlardı. Ve günü geldi Ecevit en zelil edilebilecek bir şekle getirildi ve tarihe gömüldü. Eğer gerçekten üst akıl nizam gibi bir şeylere inanılıyorsa böyle bir şey varsa ki ben çok abartılmaması şartıyla vardır diye düşünüyorum ve onlar da rakiplerini düşmanlarını onursuzca zelil ederek tarihe gömüyorlar. Buna karşı tedbir almak gerekir.
ÜMİT AKTAŞ: Mehmet Hocam teşekkür ediyorum. Peki, süreç nereye doğru gider, ne olur? Bu konuya biraz değinelim diyorum. Son yıllarda pek iyi bir imtihan vermediğimiz ortada. Seçimlerin iptal gerekçesi olarak AK Parti, YSK açısından kabul görmese de, hırsızlık yapıldı denildi. Fakat bu mesnetsiz bir delil, hatta bir suçlama idi. Hatta bir süre sonra, Tayyip Erdoğan, bununla hukuki bir hırsızlık değil, siyasi bir hırsızlık olduğunun kastedildiğini söyledi ve siyaset dünyasına siyasi bir hırsızlık diye yeni bir kavram soktu. Yani burada siyasi hırsızlık meşru bir şey mi oluyor gibi bir soru akla geliyor. Siyaset öyle bir noktaya getiriliyor ki, adeta ahlaktan yoksun ve ahlaktan yoksun olması da çok doğal bir şey olarak kabul ediliyor. Bu durum siyasetin özünde bir peygamber mesleği olduğunu bize unutturuyor. Oysa uzun süredir, adalet ve hukuk konusundaki yozlaşmalar ve sosyal adaletin sarsılması, diptekilerin unutulması, iç ve dış barışın ortadan kalkması gibi çok önemli sorunlar ortaya çıktı. Bu sorunlarla birlikte belki de en önemlisi sizin de değindiğiniz gibi İslami STK´ların, cemaatlerin, vakıfların tutumu ve bundan sonraki süreçte ne olacak meselesi.
İslamcılık dediğimiz, İslami Hareket dediğimiz bir kavram var, ne olacak, İslamcılar ne yapacaklar ne yapmamız gerekiyor?
Bunları da konuşmakta fayda var diye düşünüyorum.
İSLAM ÖZKAN: Ben bu seçimle, yapılan seçimlerin dindarlar ve dindar olmayanlar arasında bir seçim olduğu iddiasının aşıldığını düşünmekteyim. Bu da olumlu bir şey. Kimlik siyaseti şahsi kanaatime göre aslında meşru olmayan bir siyaset türüdür ama bunun tek istisnası var eğer bir kimliğin kendisi saldırıya maruz kaldıysa o insanlar açısından diğer bütün şeyler tali öneme sahip olur. Yani mesela Kürtlük, Türklük, Alevilik ve Sünnilik, ya da başka önemli kimlikleriniz saldırı altındaysa, ekonominin iyi ya da kötü olması, siyasette pragmatizmin veya ahlakiliğin olup olmaması ikinci derecede rol oynar. Dolayısıyla kimlik siyaseti bu çerçevede kabul edilebilir ama bunun dışında kimlik siyaseti meşru değildir. Bu sebeple bu son seçimler iyi değerlendirilirse Türkiye´nin önünü açabilecek seçimler. Bu eğilim sosyolojik eğilimler kadar dindarlar açısından da sürdürülmeli. Yani dindarlar tarafından bu son seçimlerle beraber AK Partiden ciddi bir kopuş olduğu ya da CHP ye oy verildiği göz önünde bulundurulduğunda, dindarlar da CHP ye oy verebiliyormuş izleniminin sağlanması önemli bir adım. Bunun tam tersi de olabilir elbette. Dolayısıyla burada artık kimlikler, dini veya ideolojik tercih kriterleri, belirleyici olmaktan çıkıyor. Artık seçmen kutuplaştırmacı kolay siyasetler yerine, daha gerçekçi, kriterler arıyor.
İkinci meseleye gelecek olursak, Türkiye´deki Müslümanlar, İslamcılar artık bu STK´ların bağımsız olması için ellerinden geleni yapmak durumundalar. Ve ellerinden geldiğinde tavır koyabilmeliler. STK´lar, cemaatlerin yansımaları daha doğrusu uzantıları. Cemaatler içerisinde bazı avantaj dezavantaj ilişkisi kuruluyor hükümetle birlikte hareket edelim mi diye. Hükümetin sağladığı birçok avantaj ve yararlar var bunlardan da vazgeçilemiyor. Olaylar sırasında bir telefon geliyor örgütlenelim basın açıklaması yapalım diye, yani kendi iradesi ile basın açıklaması yapmaktan dahi aciz STK´lar. Başkalarının iteklemesi ile beyanatlarda bulunan STK´ların ümmete İslam´a nasıl bir faydası dokunabilir.
Dolayısıyla İslami cemaatlerin de ciddi bir kendini gözden geçirme aşamasında geçmesi, kendi içlerinde ıslah yapmaları ve eski reflekslerinden bakış açılarından ve yaklaşımlarından kurtulması gerekiyor. Eğer bunu yapamazlarsa sosyolojik dönüşüm kendi kendine bunları eritecektir. Bu konuda 10-15 sene önce de çeşitli analizler yapılmıştı. Cemaatler insanların tapuladığı istihdam ettiği bir süreç mi olmalı yoksa okul gibi topluma kazandırma amaçlı kurumlar mı olmalı. Ayrıca Türkiye´de İslami bir hareket olduğunu da düşünmüyorum. Türkiye´de İslamcılık genel olarak dergicilikten ibaret; yani henüz toplumsal bir harekete dönüşebilmiş değil. Toplumsal hareketin sosyolojide bir karşılığı vardır, toplumsal hareket somut süreçler içerisinde örgütsel yapıya sahip olur, mobilizasyon kaynakları vardır, politik fırsat yapılarıyla çeşitli ilişkilere girerler. Toplumsal gelişime katkıda bulunulur ama bir toplumsal harekete dönüşmemiş dergicilik noktasında kalmış İslamcılık var Türkiye´de. Dolayısıyla ciddi bir toplumsal hareket varmış gibi, daha çok bireyler tarafından yapılıyor o. Aydınlar tarafından yapılıyor, onlar da daha çok kişi ile alakalı bireysel boyutu olan şeyler. Cemaatlerin Türkiye´de topluma çok fazla katkıları olduklarını düşünmüyorum. Pratik anlamda toplumsal dönüşüme katkıları olabilir, eğitim öğretim anlamında STK´ların; ama onun dışında dediğim çerçevede bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Ama Mısır için, Müslüman Kardeşler için bunu söyleyemeyiz. Onların çok ciddi bir toplumsal hareket olma, İslami Hareket olma durumları vardır. Dolayısıyla bireylerin ortaya koydukları tutumlarla cemaatleri birbirinden ayırt etmek gerektiğini düşünüyorum. Bir de az önce siyasetle ilgili bir şey geçti. Siyaset ahlaksızlık olarak adlandırılıyor diye ve bu normal karşılanıyor.
ÜMİT AKTAŞ: Hayır ahlaksızlık değil de siyaset ahlak dışı bir alan gibi algılanıyor.
İSLAM ÖZKAN: Evet, şu iki şeyi ayırmak gerekiyor. Mutlak değerlerin siyasette hâkim olması ile ya da ideolojilerin tavizsiz bir şekilde politika içinde olmasıyla, mevcut konumundan taviz verme ve ahlakilik durumunun birbirinden ayırt edilmesi gerekiyor. Mesela bir ideolojiyi bu İslamcılık olabilir, sosyalizm olabilir, siyaset alanına taşıdığımızda siz kendi temel tutum, duruş ve pozisyonlarınızdan taviz verebilirsiniz, bu gayri ahlaki bir şey değildir. Çünkü mutlak değerler üzerine siyaset yapmak imkânsız. Yani ben eğer bu ülkeyi koalisyonla yöneteceksem hatta tek başıma yöneteceksem toplumsal rıza ve mutabakat aramam lazım. Dolayısıyla belli şeylerden de taviz vermem lazım. Bu gayri ahlakilik değildir, bu doğaldır. Esnek olmayı biz ahlaksızlık olarak algılıyoruz ya da bazen bazı konularda reel politik de ahlaksızlık olarak algılanıyor, ama bunların birbirinden ayrılması gerekiyor. Esnek olmak, yeri geldiğinde taviz vermeyi bilmek, uzlaşmayı bilmek ? mesela uzlaşmak kelimesi İslamcılığın, İslamcı hareketlerin kafasında son derece olumsuz bir anlama sahiptir. Benim çevirdiğim bir kitabın adı da o, orada doğru anlamda geçiyor, Filistin´le ilgili olarak, İsrail´le uzlaşma gibi. Oradaki uzlaşmazlığı anlayabilirim, çünkü orada netice itibarıyla ilkesel bir durum söz konusu; işgal altında olan topraklar var. Ama sen normal bir siyaset alanından, sivil alandan bahsediyorsun. Uzlaşmazlık diye bir şey olamaz bu durumda. Uzlaşmazlığın tam karşılığı şiddet ya da silahlı mücadeledir. İnsanlarla uzlaşmadan siyasal mutabakatı nasıl sağlayacaksın? Ancak kendi söylemini dayatabilirsin, kendi söylediğini ancak şiddetle dayatabilirsin. Dolayısıyla radikal bir karaktere bürünmüş olursun. Silahlı mücadele örgütlerinin zaten buradan doğduğunu düşünüyorum.
ÜMİT AKTAŞ: Peki, teşekkür ederim. Hakikaten Türkiye´deki siyasal tarih açısından belki de geleceğimiz açısından çok önemli bir süreç. Gerçi siz de bu siyasi partiler yasasına değindiniz. Bir siyasal etiğimiz neden mesela. Hem siyasal partiler açısından hem de gündelik halkın zihninde de bu yok.
CÜNEYT TORAMAN: Demokrasi ile sorunumuz var bir defa. Ben bununla ilgili bir cehalet içerisinde olduğumuzu düşünmekteyim. Bunu Türkiye´nin gündeme getirdiğini ve aştığını zannediyordum, ama birkaç ay önce Mana Yayınlarından Şebusteri´nin ?Resmi Dini Söylemin Bir Eleştirisi?ni okuduktan sonra şok oldum. 98/99´larda bunu tartışmışlar, birileri İslami demokrasiden söz etmiş İran´da, demokrasinin İslamisi olmaz denmiş; yani bu konuları tartışmışlar. Belli bir yere de gelmişler; demek ki biz 20 yıl gerideyiz.
ÜMİT AKTAŞ: Hatta Cüneyt Hocam, İmam Humeyni´nin önce İslam Cumhuriyeti değil de İslam demokrasisi fikrini ortaya koyduğunu duydum. Fakat daha sonra bazı tepkiler üzerine İslam Cumhuriyeti´ne dönüştürüldüğüne dair.
CÜNEYT TORAMAN: 96´da Gannuşi Didim´e gelmişti. Hukukçular derneği uluslararası bir toplantı düzenlemişti. 33 ülkeden katılım sağlanmıştı. Avrupa, Orta Doğu, Afrika ülkelerinden katılımlar vardı. Orada dedi ki, siz Müslümanlar neden demokrasi ile uğraşıyorsunuz. Demokrasinin zıttı ve alternatifi totalitarizmdir, diktatörlüktür. Ne derdiniz var yani demişti. O zaman beni çok etkilemişti bu olay. Şimdi hâlâ tartışıyoruz ama demokratik değerlerin hiçbirisi yok. Her şey birisinin dudaklarının arasında, birisi seçiyor, cumhurbaşkanını bile başbakanını seçiyor, istediği zaman da iki dudağının arasında indiriyor. Türkiye´den 82 milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Milletvekilleri listeleri mesela; tabi önem veriliyordur ama Müslümanlara vasi tayin etmeye gerek yok ki, Müslümanlar en iyi adamını, elamanını seçmekten aciz mi? Bakın diyorlar ki ?vazife istenmez, verilir?. Bunu biz zihniyetimizde kırmadığımız müddetçe bir yere varamayız. Kim verecek? Vesayete karşı çıkan bu ülkede vesayet sistemini kaldıran da AK Parti. Dolayısıyla bizim bu demokratik değerleri yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Yani o değerler batıya İngiltere´ye Amerika´ya ait değerler değil. İnsani olan şey İslamidir de. Bunları sürgit tartışamayız.
Kaynak: Özgün İrade Dergisi