İnancın Bütün-Parça İlişkisi

Mehmet Alkış Yazdı;

 İnancın Bütün-Parça İlişkisi

Yeryüzündeki tüm toplumların bir dine inanıyor olması, inanmanın vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu gösteren en açık kanıttır. Ancak köken itibarıyla tevhit inancından geldiği halde aralarında büyük farklar bulunan çok sayıda dinin olması başka bir gerçeği de işaret etmektedir. O da peygamberler aracılığıyla yenilenen dinin her defasında bozulma sürecine girmiş olması ve zamanla farklı bir din olarak varlığını sürdürmesidir. Günümüzde de çok sayıda bağlısı bulunan Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Hinduizm, Sih Dini, Mecusilik, Konfüçyanizm, Taoculuk gibi birçok din bu kategoride yer almaktadır.

Vahye dayalı din/ler/in tek ve ortak adının İslam olduğunu Kuran bildiriyor. Başka adlarla anılan dinler, tevhit dininin bir yönünü öne çıkarıp diğer yönlerini ihmal ya da inkâr etmektedirler. Yani bütünü değil parçayı esas almaktadırlar. Bunun basit ve önemsiz bir fark olmadığına tarih boyunca dinlerin oynadığı rolün etkisi, kapsamı ve büyüklüğü ortaya koymaktadır. Ana hedefi adaleti yaşatmak ve yaymak olan dinin bozulmuş halinin, sömürü ve zulmü meşrulaştıran en etkin araca dönüştüğüne tarih tanıktır. Dinlerin sahip olduğu muazzam güce ve milyarlara varan bağlılarına rağmen yeryüzünün zulüm ve sömürü altında inliyor olması bu tespitin ne kadar haklı olduğunun kanıtıdır.

Dinlerin içinde yer alan farklı eğilimlere bağlı gruplaşmalar, ayrı dinlerin oluşması sürecinin ilk tohumları olarak düşünülebilir. Zira gruplar bir konu ya da alanı öne çıkarırken bütünün diğer bölümlerini ihmal etmektedirler. Her birinin bütünü değil de farklı bir parçasını öne çıkaran gruplar çoğaldıkça aralarında görüş ayrılıkları artarak da derinleşmektedir. Zamanla birbiriyle çelişen birçok görüş ortaya çıkmakta ve gruplar arasındaki ilişkilerin kopmasına yol açmaktadır. Hıristiyanlıktaki mezheplerin birer ayrı din haline gelmesi ya da Müslümanlar arasında Şiilik-Sünnilik arasındaki derin farkların ayrı bir din eğilimi taşıması bu durumu açıklayan örnekler olarak düşünülebilir.

Gruplar; en çok önem verdiği konuyu hiyerarşi piramidinin tepesine yerleştirirken diğer grupların aynı oranda önem verdiklerini alt sıralara dizmektedirler. Her biri ayrı ayrı bu şekilde hareket edince zamanla düşmanlığa dönüşen rekabet boy vermektedir. Böylece, aynı kaynaktan beslenen ve referans alanların her biri kendini doğrunun yegâne temsilcisi konumunda görürken diğerlerini çizginin dışına çıkmış saymaktadır.

Kökeni aynı olduğu halde birbirinden çok farklı inançlara sahip dinlerin oluşmasında ilk adımın bu tür gruplaşmalar olduğunu dinlerin geçirdiği yozlaşma ve bozulma süreci ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda; dinin hayatla bağını kesmeye neden olan ve son derece önemli olan diğer bir konu da şudur: Bütünün birbirinden kopması mümkün olmayan dört ana bölümünden biri olan muamelatın dışlanarak dinin iman, ahlak ve ibadete indirgenmesidir.

İman; insanın neye, nasıl inanması; neyi nasıl reddetmesi gerektiğini ortaya koyan bilgi, hüküm ve ilkelerdir.  Dinin temeli Allah inancıdır. Allah, insanların ne yapması, nasıl yaşaması, neleri yapmaması gerektiğini gönderdiği kitaplar ve elçiler aracılığıyla bildirmiştir. Kitap; teorinin temellerini ve genel hükümlerini ortaya koyarken Peygamber (as) de bunların uygulamasını göstermiştir.

Kısaca iman; yüzeysel olarak amentü esaslarına inanmaktan ibaret değil, vahiy yoluyla kitap ve peygambere bildirilenlerin tümüne inanmaktır. Bu nedenle, imanın dil ile ikrar kalp ile tasdik olarak tanımlanmasını müçtehitlerin çoğu eksik görmüş, amelin imandan bir cüz olduğunun bu tanıma eklenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Çünkü iman, ibadet, ahlak ve muamelatın ayrılmaz parçalardan oluşan bir bütün olduğuna Kuran şu ayette olduğu gibi çok kez işaret etmektedir: “Yoksa siz, Kitabın (işinize gelen) bir bölümüne inanıp da (zorunuza giden) bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası, rezil ve aşağılık olmaktan başkası değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.”

İman ile amel arasındaki dinamik ilişki, özellikle erken çağlarda başlayan siyasal çatışmalar başta olmak üzere çeşitli nedenlerle pasif bir ilişkiye dönüştürülmüş ve İslam’ın bütünlüğünü zedeleyen bir nitelik kazanmıştır. Dördüncü Halife Hz. Ali döneminde baş gösteren ve çatışmalara neden olan siyasi anlaşmazlıklar, Müslümanlar arasında derin tartışma ve ayrılıklara yol açmıştır. Bu çerçevede, imanın tanımı ile ilgili ortaya çıkan farklar, siyaset ve hilafet başta olmak üzere, Müslümanların bireysel ve toplumsal alandaki duruş ve davranışlarında belirleyici rol oynamıştır.

“Amel imandan cüz değildir” görüşünün, daha çok saltanatı meşrulaştırmayı hedefleyenler arasında kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Adalete uygun davranmayanları koruyan bir kalkan gibi kullanılmıştır.

 

Kaynak: Farklı Bakış