…Yüce Dağ Değilidum Duman Sardı Başımı…
An gelir ve zaman 15 yaşında bir çocuğun bakışlarında donar. Dilinize bir türkü yapışır: “Yüce dağ değilidium duman sardı başımi/ Sevdiğum beni ağlar ah bende sevduğumu/ Kayık gelir uzaktan dalgalara karışmış/ Daha kavuşamadan Mevlam ayrılık yazmış,,
Zihninizde askerlik anılarınızı anımsarsınız; ilk kez yolculuk yaptığınız, Gümüşhane’den Trabzon’a geçerken ki Zigana Geçidi’nin manzarası canlanır gözünüzde; bir otobüs penceresinden bulutları izlersiniz de; tüm bu hayalleriniz gelir 15 yaşında yetim bir çocuğun bakışlarında yaş olur.
Erken büyümek zorunda kalan çocukların halidir bu; şımaracak kimseniz yoksa hayat sizi erken yaşlarda kocaman adam eder . Çıraklık yapan, hergelecilik*(*büyükbaş hayvan çobanlığı) yapan, tarla-takımda ot biçen, yevmiyeye giden çocukların bir bayram günü duruşudur o duruş… Ne de güzel yakışmıştır o “ben çocuk değilim” duruşu… “Bak bir bayram günündeki kıyafetimle nasıl da yakışıklı olunurmuş, bakında görün…” der.
Uzun gömleği düzenli kıvırabilmek çalışkan çocukların becerisidir… Yelek bir baba özlemi gibi durur üstünüzde, hem annenize dilinizle söyleyemediğinizi “Bak babam yok ama ben buradayım…” duruşudur.
O ne güzel bir bakıştır ki hiçbir “profesyonel” o kadar mana yüklü bakabilen bir göze sahip olamamıştır…
Okşanmamış bir başı taşımanın ne zor olduğunu yaşamadan bilemezsiniz… Hayatın o doğal akışı diye tabir edilen süreçte normalde kimse adınızı bilmez oysa sizinde adınızı duyurmak gibi bir derdiniz hiç olmamıştır zaten, boyunuzun ölçüsünü bilirsiniz.
Hayatta en büyük amacınız tek telaşesi akşam çocuklarına bir sofra serebilmek olan annenizin yükünü azaltmak, yükünü alabilmektir. O yüzdendir şu lise bir bitse de; ama İstanbul yollarında, ama Karadeniz’in o ıslak havasında kaç zamandır zaten para etmeyen fındık çuvallarının altına girersiniz. O çuvalların patoza atılması gerekir. Patozdan çıkan fındık çuvalları ki en hafifi kendi ağırlığınız kadardır. O yükün altında yağız bir delikanlı olursunuz...
Zordur o masumiyeti korumak, Anadolu’da fakir bir köylü çocuğuysanız masum kalmanız daha kolaydır aslında. Cebinizde arkadaşlarınıza takılacak kadar paranız bir türlü ol(a)maz zaten. Arkadaşlarınız siz olmasanız da bir yerlere takılabilir, varlığınız kolay göz ardı edilir. Ancak ölürseniz kıymetlenirsiniz. Yaşarken “Biri de çıkıp demez Eren, iyi ki varsın…”diye.
İyi ki varsınız; biz olabilmenin imkânıdır sizin çalan her telefonu açarken “komutanım…” deyişiniz. Hemen bir bütünün parçası olabilir ve kendinize bir görev addedersiniz. Yetimseniz tüm köy ailenizdir. Böyle göstermiştir Anadolu analığını. Bir ailenin üyesi olabilmektir daha büyük bir aileye ait olabilme imkânı sağlayan, “apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği, bilemeyeceği…” bir yurtlanma imkânıdır toprağa basabilmek. Başkaldırmadan bulutları görebilmek…
Duyarsız olmak kolaydır ama siz duyarsız kalamazsınız bir köy evinin tahta rafından eksilen ekmeğe suya… Duyarlısınızdır bulut kaplamış dağa, baharda coşkun, yaz sonunda ince akan Maçka deresine… Duyarlı olmanın asgari şartı olan ahlak ve cesaret sizde fazlası ile vardır. Yol, evladı olduğunuz atanız “on beşlilerden” mirastır...
Ve bizler; “Keşke Maçka’daki soygun bir adi vaka olsa idi” diye söylenir, hangi emperyal fesadın sonucu Maçka’ya kadar çıkabilmiş bir fitneyi sorgularız. Bir çocuğun ölümüne sebep olan davaya lanetler savurursunuz da, hiçbiri o on beş yaşında; masumiyeti ile çocuk, hayalleri ile genç, taşımaya çalıştığı yükle kocaman adamı geri getirmez… Hakkını helal etmesini umar, şefaatini dilersiniz…