Ana dil konusu kuşkusuz yeni sürecin en öncelikli başlıklarından biri olarak karşımıza çıkacaktır. Yeni anayasa çalışmaları ve özellikle yeni Suriye süreci Kürt meselesinde temel hak ve özgürlüklerin tanımlanmasına ve kabul edilerek normalleşmesine yönelik yeni bir sürecin başlamasını beraberinde getirmiştir. Bu normalleşmenin en önemli başlıklarından bir tüm boyutları ile anadil konusu olduğunu belirtmek gerekir. Anadil konusu ilk iki makalede çeşitli boyutları ile analiz edilmeye çalışılarak konuya dikkat çekmek ve katkıda bulunmak amaçlanmıştır. Yeni sürecin Kürt meselesi ile ilgili normalleşmenin en önemli düğüm noktalarından bir olan anadil sorununa yönelik değerlendirmelere kalınan yerden devam edilmeye çalışılacaktır.
Sosyopolitik Boyutta
Yeni süreç ile ilgili merkezi konuların başında şüphesiz ki tüm boyutları ile Kürt meselesi gelmektedir. Bu süreç sistemin ana paradigmasının köklü değişimini beraberinde getirirken, bunun görünür kılındığı alanların başında Kürt sorununun çözümüne dönük adımlar, politikalar gelir. Anadilde eğitim ile ilgili talep ve tartışmaların gündeme gelmesi, sürecin bu bağlamda derinleştiğini, gittikçe et, doku, kemik kazanmaya başladığını gösterir.
Üstte de değindiğim gibi Müslümanların bu süreçte temel hak ve özgürlüklerin önünü açan projelere öncülük etmesi, beklenen ve özlenen bir durumdu. Özelde İslami oluşumların ve diğer tüm sivil toplum kuruluşlarının temel sorumluluk alanları bu tür konularda adalet ve özgürlük merkezli söylem ve duruşlar geliştirerek öncülük etmeleridir. Bu bağlamda Kürt meselesinin tüm başlıkları üzerinden İslami oluşumların çoğu zaman sürecin gerisinde kaldıkları gerçekliğini ayrıca belirtmek gerekir.
Kamu kültürü üzerinde toplumsal beklenti ve taleplerin en güçlü taşıyıcısı konumunda olan Sendikal temsiliyet ve mücadelede, birçok farklı İslami kesimin buluştuğu sendikal zeminlerde, mevcut iktidarların gölgesi belirgin bir şekilde her alanda kendini hissettirmiş ve hissettirmeye devam etmektedir. Tabii ki kavgacı, çatışmacı bir sendikacılık imajından uzak durmak gerekir. Ama sendikal mücadelenin doğası gereği muhalif bir karakteri yapısında bulundurmasının bir gereği olarak tüm sosyopolitik sorunlarda öncü rol ve sorumluluklarını üstlenmesi beklenir . Yoksa iktidarların arka bahçesi olan “Sarı Sendikacılık” kıskacından kendilerini kurtaramazlar.
Genel olarak eğitim alanında faaliyet gösteren sendikalar, anadilde eğitim sorununa uzak durmakta hatta yer yer muhalefet geliştirmektedirler. Bazılarının tüzüğünde anadilde eğitime dönük herhangi bir madde bulunmazken, bazılarında bu vurgulu bir tonda yer alabilmiştir.
Anadilde eğitim konusu şüphesiz ki öncelikle eğitim sendikaları ve üyesi bulundukları sendikal federasyonlar üzerinden veya onların öncülüğü ile gündeme getirilmesi gereken bir sorundur. Bu konuda ancak, önde gelen sendikalar ve diğer sivil toplum kuruluşlarının muhalif duruşları hükümetler üzerinde belirli bir etki oluşturabilir.
Üst düzey siyasilerin, anadilde eğitim konusunu, toplumsal zeminde derinlikli tartışmalar olmadan, her kesim kendi eteğindeki taşları dökmeden, hatta kendi partileri içinde bile sağlıklı bir değerlendirme süreci yaşanmadan, tüm kapıları kapatacak şekilde sert bir tavır ortaya koyduklarına şahit olabiliyoruz. Bu belki konjonktürel anlamda, bölgede etkin siyasi parti ve bu iklimdeki sivil toplum kuruluşlarının anadilde eğitim talebine öncülük etmesi gibi gerekçelerle ile açıklanabilir. Ama bu ve benzeri konuların, konjonktüre feda edilerek geçiştirilecek kadar hafif konular olmadığını da burada vurgulayalım.
Konu ile ilgili çoğunluk iktidar etki ikliminden üretilen yaklaşımlarımdan biri olan Türkiye’de birçok etnik unsurun bulunduğunu, anadilde eğitim talebinin bu nedenle gerçekçi bir karşılığının olmadığını, bunun ayrışma ve çözülmeyi getireceğini ileri sürerek anadilde eğitimin mümkün olamayacağını belirten açıklamaların sorunu görünmez kılma çabası dışında bir etkisinin olmadığı aşikardır.
Öncelikle Kürt sorununun çözüm sürecinde gündeme gelen taleplerle ilgili genel bir argüman olarak kullanılan, Türkiye’de Kürtlerin dışında da bir çok etnik unsurun bulunduğu söylemi üzerinden üretilen karşı çıkışları iki açıdan saptırma olarak görmek gerekir.
1- Kürtler nüfus olarak, tarihsel arka plan olarak ve yurtlanma ve coğrafya olarak diğer etnik unsurlardan niteliksel farklılık göstermektedirler. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümüne dönük talepleri diğer etnik unsurlara indirgeyerek değerlendirmek bir yanılsama ve saptırmadır.
Hali hazırda Kürtçe Kürdistan coğrafyasının diğer parçalarında eğitim ve öğretim dili olarak kullanılmaktadır. Kürdistan bölgesel yönetiminde ve Federal Irak anayasasında Kürtçe resmi olarak tanınmakta ve kullanılmaktadır. Kürdistan Bölgesel yönetimde açılan üniversitelerde de Kürtçe eğitim dilleri arasındadır. Ayrıca Türkiye Kürdistan’ında, resmi destek olmadan, hatta uzun yıllar baskı ve yasaklara rağmen, medrese dili olarak yüzyıllardır kültür, edebiyat ve İslam düşüncesi başta olmak üzere kadim bir dil geleneğini devam ettirmektedir.
2- Kaldı ki anadil hakkı nüfus yoğunluğuyla mukayyet bir hak değildir. Elbette Kürtler dışındaki kavmi unsurlar da kendi dilleriyle anadilde eğitim yapabilmelidirler. Nüfus azlığı hakkın kullanımı önünde engel teşkil etmez. Daha önce değindiğimiz, 112 anadilde eğitim yapan İsveç örneği bunun somut kanıtıdır.
Var olan gerçeklikten bağımsız olarak bir hak ve özgürlüğün önünü açma boyutunda konu ele alınmalıdır. Bu bağlamda anadilde eğitim hakkı evrensel bir hak olarak görülmeli ve süreç bu temel üzerinden şekillendirilmelidir.
Anadilde eğitim konusu, evrensel bir hak olarak çeşitli uluslararası bildirgelerde de yer almaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde, kültürel haklar konusunda özel düzenleme yapılmamakta, bildirgenin 2. maddesinde ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal ya da toplumsal köken farklılıkları nedeniyle insanlar arasında ayrımcılık yapılamayacağı vurgulanmaktadır. Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Paktı, 13., 14., ve 15. maddeleri ana dilinde eğitimle ilgili doğrudan karar içermeyen fakat eğitimin herkes için temel bir hak olduğunu vurgulayan daha detaylı kararları kapsamaktadır. 1966 yılında imzalanan ve 1976 da yürürlüğe giren Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Paktı’nın 27. maddesi “Etnik, dinsel, ya da dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlığa mensup kişilerin kendi gruplarına mensup şahıslarla birlikte kendi kültürlerini yaşamak, kendi dinlerinin gereğini uygulamak ve kendi dillerini kullanmak hakkı yadsınamaz” denmektedir. Eğitim Ayrımcılığına Karşı UNESCO sözleşmesi, kültürel haklar konusunda en önemli belgelerden birisidir. Sözleşmenin 5/1-c maddesinde “Üye devletler, ulusal azınlık mensuplarına kendi eğitim faaliyetlerini yürütme hakkını tanımanın önemli olduğunu kararlaştırmışlardır. Bu faaliyet kendi dillerinin kullanımını veya öğretimini sağlamayı da içerecektir” denilmektedir. Aynı belgede “dinsel veya dilsel nedenlerle ayrı eğitim sistemi oluşturmak ya da eğitim kurumları kurmanın” öğrencilerin ana-babalarının talep etmesi ve bu eğitim kurumlarına katılmanın zorunlu olmaması koşuluyla hak olduğu vurgulanmıştır.
Konuyla ilgili anadilde eğitim sorununa AB süreci içindeki Türkiye için daha da önemli hale gelen, AB bünyesindeki sözleşmelerde daha detaylı tanım ve yaptırımlar yer almaktadır. 1995 tarihinde Helsinki Nihai Senednin imzalanması ile sonuçlanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nda (AGİK); “İnsan hak ve özgürlüklerine ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı yapılmaksızın saygı gösterilmesi, siyasal, medeni, ekonomik, kültürel sosyal hak ve özgürlüklerin tam olarak gelişmesi için gerekli diğer hak ve özgürlüklerin teşvik edilip geliştirilmesinin Helsinki Nihai Senedine taraf olan devletlerin sorumluluğunda olduğu…” onaylanmıştır. AGİK çerçevesinde kültürel haklarla ilgili düzenlenen bir diğer belge olan 1990 tarihli Kopenhag Dokümanı’nda ulusal azınlık üyelerinin kendi etnik, kültürel, dile ilişkin ve dinin kimliklerini özgürce koruma, geliştirme hakkına ve kendi istekleri dışında asimile edilmeme hakkına sahip oldukları belirtilmiştir. Aynı belgede ulusal azınlık mensuplarına, ana dillerini özel hayatlarında ve kamu yaşamında özgürce kullanmaları ile ilgili ayrı bir madde daha düzenlenmiştir. Başka bir madde de “Azınlıklara kendi ana dillerinin öğretilmesi ya da ana dillerinin resmi merciler nezdinde mümkün olduğu ölçüde ve gerekli olduğu takdirde kullanılmasını sağlayacak önlemlerin alınması, eğitim kurumlarında tarih ve kültür öğretimi çerçevesinde ulusal azınlığın tarih ve kültürünün de göz önünde tutulması belgeye taraf olan devletlerin sorumluluğu…” olarak belirtilmiştir.
Anadilde eğitim konusunun evrensel bir hak olduğu ile ilgili daha birçok komisyon raporu ve bildirge gündeme getirilebilir. Yukarıdaki sözleşmelerin bazılarına Türkiye zannedersem Kürt sorununu derinleştirmeme adına taraf olmamıştır.
Yine hukuksal boyutta Lozan’a dayandırılan “Kürtler azınlık statüsünde değil” argümanı ile bildirgelerdeki temel hak ve özgürlüklerin benimsenmesine, kabul edilmesine karşı çıkılıyor. Bu bağlamda çok net bir şekilde şunu söyleyelim ki; Lozan’da Musul, Kerkük sorunu başta olmak üzere çeşitli nedenlerle Kürtler, Müslüman oldukları ısrarla vurgulanarak azınlık statüsü tanımı dışında tutuldu. Başka dinlere mensup, gayrimüslim gruplar üzerinden azınlık statüsü tanımlandı. Ama bugün daha net bir şekilde görülüyor ki, Lozan’daki azınlık tanımının “Müslüman olmayanlar” üzerinden yapılması sahiciliğini yitirmiştir. Çünkü pratik Kürtlerin bu azınlık statüsü dışında tutulmasının trajik inkâr ve asimilasyon politikalarının yaşanmasına, uygulanmasına meşru bir zemin üretmekten öte bir etki oluşturmamıştır.
Sonuç Olarak
Yeni Suriye’nin oluşum süreci ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 ile startını verdiği yeni süreç ve geçmişin deneyimleri ile oluşan benzeri açılım politikalarındaki duygusal iniş çıkışlar ve kırılmalar, yeni anayasa tartışmaları ile beraber daha soğukkanlı, aklıselimin belirginleştiği yeni bir döneme evirilme neticesinde daha somut adımların ve projelerin gündeme gelmesini de beraberinde getirecektir. Bu bağlamda sistemin değişiminin nabzını belirleyecek anakronik konularda belli bir program üzerinde çalışılmalıdır. Sistem paradigmasının sorun üreten temel ideolojik boyutları olan etnik milliyetçilik ve saldırgan, militarist laiklik anlayışı üzerinden değişimin zemini derinleştirilmeli ve üretilmelidir. Başta tüm toplumsal kimlik ve kültürlerin yaşamasını güvence altına alacak anayasal teminatlar sağlanmalıdır. Toplumsal kimlik ve kültürün en görünür unsuru olan dilin korunması, geliştirilmesi, Kürtçe dahil diğer tüm dillerin oluşacak talepler doğrultusunda anadille eğitim hakkı dahil olmak üzere her boyutta önünü açacak yaklaşımlar ortaya koymak gerekir. Bu ancak yeni anayasa çalışmaları başta olmak üzere diğer tüm konularda, toplumun tüm kesimlerinden gelen taleplerin dikkate alınması, tartışılması, değerlendirilmesi ve sağlıklı sonuçlarında, toplumsal uzlaşma ile yaşamsallaştırılmasını sağlamaktan geçer. Kaçınılmaz olarak başlayan bu köklü toplumsal değişimin perspektifi, çok dilli, çok dinli, evrensel hak ve özgürlüklere duyarlılık ile şekillenmelidir.
Anadilde eğitim sorunsalına da bu değişim perspektifinden yaklaşmak gerekir. Kimlik ve kültürlere dönük bir takım hak ve özgürlüklerden bahsediliyorsa, hak ve özgürlüklerin verilmesinden dem vuruluyorsa, unutulmamalıdır ki bunun en temel somutlaşmış alanı dil ile ilgili atılacak adımlardan geçmektedir. Dil ile ilgili başta anadilde eğitim olmak üzere gelecek talep ve isteklere şimdiden sert bir tavırla tüm kapıların kapatılması içinden çıkılmaz ironik bir durumu beraberinde getirir. Yani dil üzerindeki talepler reddedilirse, bunun dışında kimlik ve kültürel haklar bağlamında geride ne kalır! Kimlik ve kültürlerle ilgili açılımın içini ne ile dolduracaksınız? Bu, söylenenlerin samimiyetini tartışmaya açmaz mı?
İşin uygulama ve teknik boyutu ise, bir takım sistem incelemeleri ve kendimize özgü koşulların verilere dayalı analizleri sonrasında konu ile ilgili uzmanların hazırlayacağı öneri, rapor ve programlarla gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla anadilde eğitim konusunda olduğu gibi Diyarbakır’da olur da, İstanbul’da nasıl olur? Gibi uygulamaya ve en doğru sistemin üretilmesine dönük teknik ve fizibilitasyon tartışmaları içinde, gündeme gelen değişime dönük beklenti ve talepleri, sosyopolitik projeleri boğmamak gerekir.
Sonuç olarak, amaç Türkiye’deki etnik ayrımcılıktan kaynaklanan sorunları ortadan kaldırmaksa, Kürt, Laz ve Çerkez demeden tüm kültür ve kimliklere sahiplenici yaklaşmak gerekir. Bunun en temel göstergesi kimlik ve kültürün taşıyıcısı ve en önemli unsuru olan dillere, anadilde eğitim ve öğretim yapabilme hakkının verilmesinden geçer. Konuşulan, temsilcisi bulunan tüm dillerin, kamusal alanda yaşamsallaştırılmasının koşulları üretilmelidir.
Kaynak: farklı Bakış