Hasan POSTACI

Tarih: 06.02.2025 15:49

Yeni Anayasa Tartışmaları İkliminde Anadil Sorunsalı-2

Facebook Twitter Linked-in

Anadil konusunu yeni anayasa çalışmaları kapsamında değerlendirmesi yapılan bir önceki yazıda temel İslami değerler ve düşünsel müktesebat bağlamında toplum ve devlet olarak sorumluluklarımızın çok açık ve net vurgularını Kitabı Kerim’in ilgili ayetleri ışığında ifade edilmeye çalışıldı. bu anlamda İslam düşünce tarihi ve tarihsel deneyimler temelde vahiy ikliminin ana koordinatları üzerinden şekillendiği söylenebilir. Yani İslam tarihinde toplulukların anadilleri ile ilgili bir yasaklama, inkar ve asimilasyon olmadığını, aksine farklı dillerin konuşulması gerçekliğinde bir kamu yönetim kültürünün genel olarak şekillendiği görülür. Son Osmanlı imparatorluğu uygulamalarında da ana hatları ile çok dilliliğin bir tehdit olarak görülmekten öte bir zenginlik olarak algılandığını gözlemleriz. Bu konuda tarihsel örnekliklerle ilgili daha ayrıntılı incelemeler yapılması konun daha net anlaşılmasına katkı saplayacağını belirtmek gerekir.

Anadil sorununu eğitim felsefesi ve uygulamalar bağlamında pedagojik açıdan incelemeye ve çeşitli ülke uygulamalarına bakarak genel adil, hikmetli ve bilimsel yaklaşımlar ve uluslar arası hukuk ve temel sözleşmeler üzerinden analiz etmeye çalışalım.       

Pedagojik Boyutta…

Dil, eğitim ve öğretimin en temel unsurlarından biridir. Yani dil olmadan eğitim ve öğretim etkinlikleri istenilen düzeyde gerçekleştirilemez. Dolayısıyla örgün ve yaygın eğitimin tüm organizasyonları çerçevesinde, bireyin sosyal, psikolojik ve kültürel gelişimi ilgili süreçlerin şekillendirilmesinde, temel belirleyici dinamiklerin başında, “dil” ile ilgili yaklaşım ve düzenlemeler gelmektedir.

Bu bağlamda, eğitim öğretim dilinin doğuştan getirilen bir dil olması şart mıdır? Anadilin dışında da eğitim, öğretim yapılamaz mı? Bir ülkede çok sayıda dilin eğitim-öğretimde kullanılması sistemi nasıl etkiler? Çok dille eğitim, eğitim ve öğretimle ilgili kaliteyi olumsuz mu etkiler? Gibi sorular üzerinden konuyu biraz daha açmaya çalışalım.

Pedagojik açıdan eğitim psikolojisi/sosyolojisi ile ilgili disiplinler, doğal olanın kişinin doğuştan getirdiği anadille eğitim-öğretim görmesi olduğu konusunda hemfikirdirler. Tersine bir durumun kişinin eğitiminde, çok farklı boyutlarda sorunlar oluşturacağı ise açıktır. Bu durum anadilde eğitim hakkının evrensel bir hak olarak çeşitli uluslararası bildirgelere taşınmasını da beraberinde getirmiştir. İlerde, bu konuya daha detaylı bir şekilde değineceğiz. 

Bireyin sosyalleşmesinde değer üreten kurumlar belirleyici rol oynar. Değer üreten kurumların başında aile ve eğitim kurumları gelir. Bunların dışında dini, hukuksal ve kitle iletişim araçları gibi değer üreten kurumlar vardır. Kişilerde, doğuştan okul çağına kadar kişilik oluşumunun en belirleyici kurumu ailedir. Yani birey, kendi kişisel gelişiminin ilk değerlerini aileden alır. 0-6 yaş dönemi kişilik gelişimi, bu bağlamda ailenin ürettiği değerler tarafından şekillendirilir diyebiliriz. Daha sonra örgütlü devlet gücü kişiyi zorunlu eğitim sistemi ile -birçok dünya ülkesinde zorunlu eğitim uygulaması vardır- alır ve örgün eğitim öğretim kurumlarında, yani okullarda, kendi değerleri çerçevesinde şekillendirdiği program ve derslerle hedeflenen doğrultuda kişilikler yetiştirmeye çalışır.

Anadili ile eğitim ve öğretim görmeyen bireyler için, işin ta başında, okul çağının başlamasıyla beraber, bir yabancılaşma ve çatışma süreci de başlamış olur. Kişinin, aileden getirdiği değerlerle eğitim kurumlarında kendisine benimsetilmeye çalışılan değerler arasında dil farklılığından dolayı bir çatışma yaşaması kaçınılmaz hale gelir. Çünkü eğitim kurumları ta işin başında kişiliğin temelini oluşturan aile kurumunun değerlerinin taşıyıcısı dili inkâr eden bir duruşla sistemini bireye dayatıyor. Kendi kişiliğini ilk şekillendirdiği, sosyal, kültürel ve psikolojik aidiyetinin tek adresi durumunda olan aile kurumu ile sürekli çatışma yaşayacağı bir duygusal kırılma, zihinsel travma ile mücadele etmek zorunda kalması kaçınılmaz olacaktır sosyal ve psikolojik gelişim sürecindeki körpecik beyinlerin.

Anadille eğitim sorununu sadece bir dilin alfabesi ile eğitim yapmaya indirgemek de önemli bir yanılsamadır. Dil, sosyokültürel kimliğin taşıyıcısıdır. Dolayısıyla bunun eğitim öğretimde ders içeriklerine de yansıtılması gerekir. Tarih dersi başta olmak üzere, felsefe coğrafya, psikoloji gibi sosyal grubu dersler, din kültürü ve diğer dil anlatım ve pozitif ilimlerle ilgili müfredatlar bu yeni sürece göre yeniden düzenlenmelidir. Yani anadilde eğitim konusu çok boyutlu bütüncül bir proje olarak ele alınmalı, şekillendirilmelidir. Bunun oluşum sürecinin başlangıç temelleri ise, anayasal güvencelerin şemsiyesi altında, etnik ayrımcılık temelinde yapılandırılan, başta Milli Eğitim olmak üzere, tüm kurum ve kuruluşların yeniden çok kültürlü, çok dilli bir perspektifte revizyondan geçirilmesi ile atılabilir.     

Konuyla ilgili yaşanılan deneyimler, psiko-sosyal ve kültürel asimilasyonun, kendini en derin boyutta eğitim ve öğretimde hissettirdiğini göstermiştir. Kişiye dayatılan bu yabancılaşma, kişilikle ilgili önemli psikolojik sorunların da temelini oluşturur. Özgüvenden yoksun, kendini hiçbir zaman “öteki” olma duygusundan kurtaramamış ve bu durum da ya tamamen sinmiş veya toplumsal kurumlarla sürekli çatışma yaşayacak kişiliklerin doğmasını beraberinde getirmiştir.

Yani kişi, kendi öz değerlerini inkâr etme, hor ve aşağılık görme sonrasında dayatılan yeni kurumsal değerleri içselleştiremeden, kendi öz saygısını yitirmiş, yüzeysel bir taklit şarlatanlığından ya da tamamen içe dönük ve kendini inkâr psikolojisiyle savaşmak zorunda bırakılmaktan kurtulamaz. Bu durum kaçınılmaz olarak, ömür boyu süren çatışmalar zincirinin de bu bağlamda devam ettirilmesini beraberinde getirir.

Diğer taraftan kişinin kendi anadilinin yanında yaşadığı coğrafyada yaygın olan diğer dilleri de öğrenmesi, bununla ilgili eğitim ve öğretim içerisinde çeşitlilikler getirilmesi, bir yönüyle kişinin bireysel gelişiminde niteliksel bir sıçrama gerçekleştirirken, diğer yönüyle kendi öz saygısını yitirmemiş, eşit vatandaşlık bilinciyle toplumsal buluşma ve kaynaşmaları besleyen bir zenginliğe dönüşecektir. Yani toplumsal buluşma ve kaynaşmalarda, farklılıklara saygı ve zenginlik çerçevesinde bir yaklaşımın üretilmesi, bir arada yaşamanın ortak değerlerinin daha derinlikli bir temelde şekillenmesini de beraberinde getirecektir.

Dünyada gelişmiş ülkelerin birçoğunda, Avrupa ülkelerinde çok dille eğitim yapılmaktadır. Hatta birçoğunda birden fazla resmi dil kullanılmaktadır. Şimdi durumu hep beraber biraz daha yakından inceleyelim:

İsveç’te 112 anadil öğretimi yapıldığı kaydedilmektedir. İsveç’te, her anne ve babanın kendi çocuklarına anadilinin öğretilmesini isteme hakkı vardır. Belediyeler de bu hakkın gereklerini yerine getirmek zorundadırlar. 2002-2003 öğretim yılında İsveç okullarında 138 ayrı dil konuşan öğrenci grupları vardı. Bu gruplardan 112’sine ayrı dilde anadili eğitimi veriliyordu. 1977 yılından beri İsveç’te Kürtçe anadil dersi verilmektedir. Kürtçenin anadil dersi olarak verildiği ilk Avrupa ülkesi İsveç’tir. Bu haktan yararlanmak için en az beş kişilik bir grup oluşturmak yeterlidir.

İsviçre Anayasası’nın 4. maddesi şöyledir: “Ülke dilleri Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Retororomancadır.” 70. madde de şöyle der: “Federal resmi diller Almanca, Fransızca ve İtalyancadır. Retororomanca konuşan kişilerle ilişkilerde Retororomanca da federal resmi dildir.” Jence 1997 yılında belli bir bölgeye bağlı olmayan İsviçre dili olarak kabul edilmiştir. Jence konuşanlar, nüfusun % 0,5’ini oluştururlar ve tüm İsviçre’ye dağılmış bir biçimde yaşarlar. Ayrıca Zürih kantonunda dilsizlerin kullandığı işaret dili resmi dil olarak kabul edilmiştir. İsviçre’de bölgeler dil esasına göre ayrılmıştır. Öğrenciler bağlı oldukları kentteki sisteme bağlı olan resmi dilde öğrenim görürler.

İngiltere’de 1971 yılında kabul edilen yasa gereği, gereken bölgelerde öğretim iki dille (İngilizce, Galler dili veya İskoç dili) yapılır. İngilizce eğitim saati, yerel dilinkinden daha fazladır. İki dilde yayın yapan radyo istasyonları ve televizyon kanalları mevcuttur.

İtalya’da 25 farklı dil konuşulur. Bunlardan 12’si İtalyancanın lehçeleridir. İtalya beş özel statülü bölgeye ayrılmış olup, üç özerk bölgede bazı yerel diller mahkemelerde kullanılır. Almanca, Ladince (güney Tirol), Fransızca (Aostatal) ve Slowence (Triest) bölgesel resmi dillerdir. İlkokullarda anadil, isteğe bağlı olarak, zorunlu eğitimin bir parçasıdır. Ortaokullarda bazı hallerde yerel dilde eğitim verilir. Bunların dışında, Anayasa ile ve 1999 yılında çıkarılan bir kanunla korumaya alınan azınlık dilleri ise şunlardır: Arnavutça (Mezzogiorno), Franko-Provenzalca (Aostatal, Piemont), Furlanca, Yunanca, Katalanca, Sardça (Sardinya), Zimbirce (kuzey İtalya’da dil adaları biçiminde), Okzitanca (piemont).

1970 Anayasası’na göre Belçika dört dil bölgesine ayrılmıştır. Belçika’da Fransızca, Flamanca ve Almanca resmi dil olarak kabul edilmiştir. Parlamento ve senatoda Fransızca konuşulur. Dış politika, savunma, maliye, emniyet gibi alanlarda Fransızca esas alınır. Eğitim, adalet, içişleri gibi bakanlık dairelerinde Flamancaya ek olarak Fransızca geçerlidir.

1978’de kabul edilen İspanyol Anayasası’na göre, İspanyolca tüm ülkenin resmi dilidir. İspanyolcanın yanı sıra konuşulmakta olan Katalanca, Galiççe ve Baskça, otonom bölgelerin resmi dilleridirler. 1998’de çıkarılan Dil Politikaları Kanununa göre eğitim alanında Katalanca her düzeyde her çeşit okulun eğitim dilidir. Çocuklar ilk eğitimlerini kendi anadillerinde yani Kastilyan veya Katalanca alma hakkına sahiptirler. Üniversite eğitimi sırasında ise, öğrenciler ve öğretim üyeleri yazılı ve sözlü iletişimde istedikleri resmi dili kullanma hakkına sahiptirler.

Finlandiya’da iki resmi dil vardır. Beş milyon nüfuslu Finlandiya halkının %92’sinden fazlası Fince, % 5,5’u İsveç dili, %2’si başka bir yabancı dili konuşmaktadır. İsveç halkının yoğun olarak yaşadığı yerlerde tamamen İsveç diliyle eğitim yapılmaktadır. Finlandiya ile İsveç’in tam orta yerinde 6784 km kare yüzölçümlü ve 26530 kişinin yaşadığı otonom bir ada vardır. Halkın %95’i İsveç halkındandır. Burada tamamen İsveç dili ile eğitim yapılmaktadır. Finlandiya’da 6-7 bin samelanen yaşamaktadır. Samiler temel eğitim ve lisede kendi anadilleriyle eğitim yapmaktadırlar. 2003 yılının başında Finlandiya’da 103.682 yabancı uyruklu yaşamaktadır. Bu, Finlandiya nüfusunun % 2’sine karşılıktır. Göçmen çocukları en az dört kişi bir araya gelerek kendi dillerini ve kültürlerini öğrenmek için başvuruda bulunurlarsa bağlı olarak yaşadığı belediye hemen ilave öğretmen bulur, maaşını öder, hepsinin rahatlıkla gidebileceği bir okulda ders saatleri dışında haftada iki saat olmak üzere anadil öğrenimini sürdürürler. Bunun için hiç bir masraf ödemezler, yol paralarını bile belediye öder.

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere İngiltere, İtalya İsviçre gibi birçok Avrupa ülkesi başta olmak üzere ABD ve Kanada gibi ülkeler de çok dilli eğitim öğretim sistemleri ile ileri gelişmişlik örnekliklerini ortaya koymuşlardır. Avrupa ülkeleri uluslararası sözleşmelerin gereklerini yerine getirmek için özel çaba sarf etmektedirler.

Türkiye’ye gelince, dünya çocuklarına tanıdığı hakları kendi coğrafyasında yaşayan ve öz evladı olan çocuklara çok görmekte, Kürt, Laz, Arap, Çerkez vb. çocukların anadillerini kendi imkânlarıyla bile olsa öğrenmelerini engellemeye çalışmaktadır.

Diğer taraftan tersine katı asimilasyon uygulayan ülkelerde ise hep bir sosyo-psikolojik buhran hali yaşanırken, insanlık ailesinin zenginlikleri de bir bir yok olmaktan kurtulamamıştır. Örneğin, çok dilliliğin, çok kimlikliliğin, çok dinliliğin, çok kültürlülüğün kadim coğrafyalarından biri olan Anadolu’da birleşmiş milletler(BM) bünyesinde UNESCO tarafından hazırlanmış 2021 tarihili raporda 18 dilin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu belirtilirken, 3 dilin ise ölü olduğu açıklanmıştır.

Türkiye’de tehlikede olan diller şunlardır: Abaza, Ahrazca, Adige, Gagavuz, Pontus Yunancası, Kapadokya Yunancası, Lazca, Hemşince, Romani, Suret, Ermenice, Kabar-Çerkes, Zazaki, Hervetin, Ubıh, Turoyo, Mlaşo, Judezmo (Ladino). Bunlardan Kapadokya Yunancası, Mlaşo ve Ubih dilleri ölü kategorisinde bulunuyor. Ubih dili Tevfik Esenç adlı vatandaşın 1992 yılında ölmesiyle birlikte kaybolurken, Lice’nin Kamışlı köyünde konuşulan Mlaşo ise son temsilcisinin, Suriye’ye göç eden İbrahim Hanna’nın 1995 yılında ölümüyle unutuldu. Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romani, Suret ve Ermenice Türkiye’de tehlikede. Suret dilini Türkiye’de konuşan kalmazken bu dili konuşanların çoğunun başka ülkelere göç ettiği belirtiliyor. Gagavuzca ve Yahudilerin konuştuğu Ladino ve Turoyo da ciddi tehlikede olan diller arasında yer alıyor. 2008 yılında Midyat bölgesinde kullanılan bu dili konuşanların sayısı 50 bin olarak belirtiliyor. Hervetin dili kritik durumda yer alırken, Abhazca, Adige, Kabar-Çerkes dilleri ve Kürtçenin Zazaki lehçesi güvensiz diller kategorisinde bulunuyor. Bunda cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin izlediği etnik ve ayrımcı milliyetçiliğe dayalı inkâr ve asimilasyon politikalarının payı büyüktür.

Pedagojik açıdan önemli bir başka durum da kullanılan dilin, eğitim öğretim sistemine entegre edilerek yazı dili haline de getirilmesidir. Yalnız konuşma dili olarak kalan bir dil sosyal alanda, kurum ve kuruluşlarda, basın ve yayında, ekonomide kullanılması mümkün olmayan ayrımcılıktan ve hatta suçlu bir dil olarak görülmekten, algılanmaktan kendini kurtaramaz. Yani toplumsal kabul göremez, geçerlilik kazanamaz. Sadece özel kurslar düzeyinde ve konuşma dili boyutunda kalması, o dilin toplumda dışlanması pratik sonucunu beraberinde getirir. Böyle bir durum sosyokültürel bütünleşme sürecinde potansiyel bir tehdit ve engel olarak kimlik ve kültürel ayrışmayı derinleştiren çatışmalara mümbit bir zemin oluşturur.

Böyle bir bakış açısında oluşan ironik durum ise daha içler acısıdır. Konuşma dili düzeyinde bir dile hayatiyet tanınması temelde neyi amaçlar? Zaten kişi kendi anadili ile doğar. Kendi anadili ile konuşmaya başlar. Bu konuda bir dile dönük özel bir takım kurslar açılması, televizyon yayını yapılması gibi ruhsatları bir hak ve özgürleştirme olarak yeterli görmek kadar trajikomik, ironik bir durum olabilir mi?

Özellikle Kürt dili ile ilgili Ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturan bir kesimin eğitim öğretimde, kamu hizmetlerinde, kültür projelerinde alan açılması, katkı ve destek verilmesi gerekir. Kürt diline yer verilmemesi, görmezden gelinmesi ve yok sayılarak görünmez kılınması, kendi kaderine terk edilmesi sorunun müzminleşmesine, sosyopolitik polarizasyonların derinleşmesine neden olur. Yeni anayasa çalışmaların kapsamında anadil sorunu ile ilgili konuların mutlaka gündeme alınıp tüm boyutları ile incelenmesi ve konu ile ilgili etkin düzenlemelerin bir yol haritasına dönüştürülmesine ihtiyaç olduğunu belirtmek gerekir.   

 

Kaynak: Farklı Bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —