Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Ömer Naci YILMAZ


YAZIN SONU UMUDUN BAŞLANGICI

Ömer Naci Yılmaz'ın "yeni" yazısı...


Geçen hafta “Kar Sevinci Beyaz Hüzün” başlıklı yazımızı okuyan değerli hocamız Hatice Gül, şu kıymetli tavsiyeyi sundu: “Bu eksik kalan duyguyu kırmak için, yarım kalan gülüşünüzü tamamlama çabanızdan bahsedebilir misiniz?” Hocamızın bu önerisini dikkate alarak, hissettiklerimi bu yazıda dile getirmeye çalıştım. Aynı yazıyı okuyan bir diğer kıymetli büyüğüm, Mürsel Süren hocamız ise dua ettikten sonra şu tespitte bulundu: “Geçmiş olsun Ömer Hocam, karda yürüyemeyip de düşemeyenler de var.”

Mürsel Hocam, gerçekten de çok haklısınız. Bilinmelisiniz ki, ben bir kez daha düştüm. Bu kez Ladik İlçemizde, değerli kardeşim Hamdi Gül ile ailece, Ladik’in güzel insanlarından Mehmet Eren abimizi ziyaret etmek üzere yola çıktık. Ladik Gölü etrafında arabamızla dolaşırken, gölü arkamıza alıp bir fotoğraf çekinmek istedik. Asfaltın üzerinoe durup fotoğraf çekilelelim istedim.  Onlar, karın içinde fotoğraf çekinelim dediler. “Ben düşerim, gelmeyeyim.” dedim, ama “Gel, bir şey olmaz” dediler. O an, yolun kenarındaki ilk adımımı attığımda, maalesef bir kez daha sırt üstü yere serildim. Hamdolsun, ciddi bir şey olmadı. Ama kara basmamla birlikte yere düşmem bir oldu. Bir hafta ikinci kez karda düşmüştüm. Oysa kar varsa ve ona basmayı istiyorsam, sonucun böyle olacağını daha önce bilmeliydim; ve işte öğrendim. Mürsel Hocam, düşer düşmez, senin o harika tespitin aklıma geldi: “Karda yürüyemeyip de düşemeyenler de var.” Bir kez daha Rabbime şükrettim ve seni yine hayırla andım. Zira Mürsel Hocamız, geçirdiği bir kaza sonrası çok zor günler geçirmiş ve ciddi kısıtlamalarla karşılaşmıştı. Değerli kardeşlerimizin öneri ve tespitlerini göz önünde bulundurarak, bu yazıyı kaleme aldım.

 

Mehmet Eren ağabeyim ve Hamdi Gül kardeşimle Ladik Gölü kenarında. 16 Şubat 2025

 

Isparta’ya gitmek için yola çıktığımız gün, içimde karmaşık duygular vardı. Uzun zamandır beklediğim bir şeydi bu. Çocukluğumdan beri hayatımı sarmalayan bu engel, belki de son bulacaktı. Belki de artık düşmeden yürüyecek, ayakkabımın tekini diğerine eşitlemek zorunda kalmayacak, gözlerimdeki endişeyle her adımı hesap etmekten kurtulacaktım. Ya da belki, bu yolculuk bana bambaşka bir şey öğretecekti. Eğirdir Kemik Hastalıkları Hastanesi’ne vardığımızda, buranın havası bile farklıydı. Dışarıda sıcaklık vardı ama içeride başka bir soğukluk hissediliyordu. Bekleme salonundaki insanların yüzleri, yaşadıkları hayatı anlatıyordu. Kimi koltuk değnekleriyle güçlükle yürüyordu, kimi tekerlekli sandalyede çaresizce bekliyordu. Kimisi benden daha küçük yaşta, kimisi ise yılların yorgunluğunu bedenine yük etmiş bir haldeydi. Sıramı beklerken yanımda duran çocuğu fark ettim. Benden çok daha küçük yaşta ama benden çok daha büyük bir yük taşıyor gibiydi. Annesinin dizlerine başını koymuş, sessizce uyuyordu. Arada bir iç geçiriyor, uykusunda bile derin bir sızı çektiği belliydi. Annesinin gözleri, oğlunun yüzünde geziniyor, ona çaresizce dokunuyordu. Biraz ileride, tekerlekli sandalyede oturan başka bir genç vardı. Yaşı bana yakın gibiydi. Ama gözleri, yaşını çoktan aşmış, yılların getirdiği bir olgunlukla bakıyordu. Bir süre sonra o da bakışlarımı fark etti. Hafifçe gülümsedi.

“Ameliyat için mi geldin?” diye sordu.

Başımla onayladım.

“Kaçıncı gelişin?”

“İlk defa.”

“Ben beşinci kez buradayım.”

Şaşırdım. Beşinci kez… Bu hastaneye gelen biri, nasıl olur da hala tedavi olmamış olabilirdi?

“Sende durum nasıl?” diye sordum.

Omuzlarını silkti. “İlk ameliyatımı on yaşımda oldum. Sonra bir daha, bir daha, bir daha… Her seferinde bir umutla girdim ameliyathaneye. Ama bazı şeyler düzelmiyor.”

Başımı önüme eğdim. Kendi durumumu düşündüm. Benim için buraya geliş bir başlangıçtı ama onun için bitmeyen bir döngüydü.

Derken, odadan bir tekerlekli sandalye sesi duyuldu. Yaşlı bir adam, büyük bir güçlükle sandalyede doğrulmaya çalışıyordu. Onu taşıyan hemşireler ve refakatçileri, adamın çabasını fark edip ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Ama adam, “Beni bırakın,” diyerek sandalyede doğrulmaya devam etti. Tüm gücünü bacaklarına yükleyerek ayağa kalkmak istiyordu. Herkes sessizce izledi. Birkaç saniye içinde adam ayakta durdu ama bacakları titriyordu. Gözleri, yılların acısını ve mücadelesini anlatıyordu.

İki adım attı.

Ama üçüncü adımı atamadan yere yığıldı.

Yanındaki hemşireler hızla onu kaldırıp yeniden sandalyeye oturttular. Adamın gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ama bu gözyaşı hüzünlü değildi. İçinde bir yılgınlık da yoktu. Bu, düşse bile kalkmaya çalışan bir insanın gözyaşıydı.

O an anladım. Burada herkes düşmeyi çoktan kabullenmişti. Ama asıl mesele, düşmeyi değil, kalkmayı öğrenmekti.

Ben buraya ne için gelmiştim? Ameliyat olup kurtulmak için mi? Peki ya ameliyatın sonunda, benden daha kötü şartlarda olanlar gibi olursam? Ya da daha da kötüsü, umutlarım ellerimden kayıp giderse?

Adımı çağırdılar. Doktorun odasına girdim. Film sonuçlarına baktı, bacaklarıma dokundu, sorular sordu. Sonra başını kaldırdı.

“Cerrahi anlamda büyük bir düzelme bekleyemeyiz,” dedi. “Ama yürüyorsun, ayakta duruyorsun. Tedavi olabilirsin ama risk de var.”

Risk kelimesi, zihnimde yankılandı. Çünkü dışarıda, o riski göze alıp kaybedenler vardı. Ameliyat olup düzelemeyenler, defalarca bıçak altına yatıp hâlâ düzelmeyi bekleyenler, benden çok daha kötü şartlarda yaşayanlar…

Gözlerimi kapadım. İçimde büyük bir rahatlama vardı. Ben buradan yürüyerek çıkacaktım. Belki aksayarak, belki zorlanarak ama yürüyerek…

Kapıyı açıp dışarı çıktığımda, yanımdaki genç hala oradaydı. Tekerlekli sandalyede. Göz göze geldik. Hafifçe gülümsedi.

“Ne dediler?” diye sordu.

“Ameliyat olmayacağım,” dedim.

Başıyla onayladı. “Şanslısın.”

Şimdi dışarıda kavurucu bir sıcak vardı. Fakat içerideki insanların benden çok daha ağır şartlarda olduğunu görmek, kendi adıma içime bir serinlik vermişti.

Bazen umut, düzelmeyecek bir şeyleri kabul etmekten geçiyordu. Bazen, en büyük zafer, elindekinin kıymetini bilmeyi öğrenmekti. Otobüse binerken, o yaşlı adamın düşmeden önceki dik duruşunu düşündüm. Bunca yıl sonra bile ayağa kalkmayı denemekten vazgeçmemişti. Demek ki mesele düşmek değil, tekrar tekrar kalkmaya çalışmaktı. Ve ben, bugün buradan bir şey öğrenerek ayrılıyordum: “Her ne olursa olsun, ümit var olmak zorundayız.”

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR