Sait ALİOĞLU

Tarih: 17.07.2024 02:52

Urfa, kimi tercih etmek zorunda…

Facebook Twitter Linked-in

Modernizm adı altında, sözde, insanın, eskisini aratmayacak oranda daha iyi şartlar altında yaşamasına yönelik olarak ortaya konan çabaların, düşünülenin aksine, insanlığı görünen, hissedilen bir yok oluşa ve çöküşe götürdüğü görülmektedir.

Modernizm, temel kalkış noktası açsısından, “akla uygun”  görünen ve maddi ortamın olabildiğince düzelmesi ve güzelleşmesi adına geliştirdiği argümanların aksine, akla uygun olsa da, insanın derununu anlamada yetersizliği, ona kayıtsız kalışı, hikmeti dışlaması üzerinden insanı hakikatten de koparmış oldu.

Hikmetten ve hakikatten kopmuş olan insan üzerinden ortaya konan tüm çabaların, artık bilinmeli ki, beyhude(boşuna) çabalar olduğu söz konusu…

Günümüzdeki insan, yitik olan hikmet ve hakikat ile yanıltıcı yönü mutlak olan aydınlanma felsefesi gereği ilerlemeci heyula arasında bocalamaktadır. O da, bunun farkında ve heyuladan kopmak ve dolayısıyla yitik hikmetle hemhal olmak için, yeni arayışlar peşinde son sürat koşmaktadır. Bu arayış karşımıza çeşitli saiklerle ve donelerle çıkmaktadır.

Buna hikmeti arama da dâhil, hemen her işi, künhüne vakıf olmadan popülizme ve eğer varsa, geçmişte, tarihin tozlu sayfalarında kalmış klasik bilgilere müracaat edilerek de yapılmaktadır. Bunun için, yerel ve kürseel ölçekte birçok çalışma göze çarpmaktadır. Yenilerde en bilineni sakin şehir(Cittaslow) olgusu olarak ele alınmaktadır.

Bunun dışında, marka şehir konsepti de anılmaya başlanmıştır.

Marka şehir, kabataslak söylersek; “sahip olduğu konum, mimari, tarih, altyapı, ulaşım, güvenlik, ticaret, kültür vb özellikleri ile kendisine benzer ya da rakip şehirlerden olumlu yönde ayrışarak çekim merkezine dönüşebilen şehirler”e verilen bir isim ve sıfat olarak belirmektedir.

Bu konsept adı altında, şehirler, özellikle de ülkemizdeki şehirlerin neredeyse tamamı, şekilsel de olsa, marka şehir konseptini kullanmaktadır.

Çoğu da, o konseptin maksadına aykırı olup, kendi şehirlerini, başka özelliklerini devreye sokma suretiyle yapmaya gayret göstermektedir.

Bunlar, büyük oranda, gerek geçmişte ve gerekse de günümüzde, şu ya da bu şekilde o şehir ile özdeşleşen, özdeş kılınan bazı şahıslar üzerinden oluşturulmaktadır.

Göründüğü itibarıyla “maddi planda” marka olmasından ziyade, şahıslar üzerinden, “şehri, dışarıda, o şehrin dıştaki yüzü olarak kimin temsil hakkı bulunuyor, bulunmalıdır?” sorusu üzerinden düşünüldüğünde, söz konusu Urfa olduğuna göre; burayı İbrahim Tatlıses’in mi, yoksa Ahmet Arslan’ın mı temsil edebileceği” sorusu cevabını aramaktadır. Ya da, buna yönelik bir cevap vermek de gerekmiyor olabilir.

Buna yönelik bir cevabın verilmesi, verilmemesi konusunda bir anket, ya da referandum yapılacak olsa, birçok önemli konudan ziyade, insanların –Urfalı olup olmaması önemli değil- büyük çoğunluğun; birinin lehinde, diğerinin aleyhinde olacak şekilde “evet” diyecekleri de söz konusu…

Buna belirgin bir cevap vermek istemeyecek insanların sayısının doğal olarak çok az olacağı da kabul edilmelidir.

Bunlarla birlikte, insan, yapısı gereği “merak sahibi bir varlık”  saikiyle kendisini onaracak, gönendirecek, sevindirecek ya da bedavadan da olsa, kendisine önemli bir yer, mevki kazandıracak bir girişimi göz ardı edip ötelemek istemez. İlgilenmeyecek olanlar dahi, sonucu merak edebilir. 

Her ikisinin icra ettikleri işleri var. Onlar üzerinden öğrenci kitlesi, taraftar vb. toplamaktalar ve her ikisinin işi, birçok insan için önem arz etmektedir.

Birisi, halk(Türkü) ve  arabesk alanında, son kırk yıldır kendi alanında bir numara bir ses üzerinden şöhretli bir sanatçı, diğeri ise, “hikmet sevgisi” anlamın gelen, akla uygunluk içerisinde,  adına felsefe denilen düşünsel bir formda, başta kendini olmak üzere, öğrencilerini, “eğer” murad edecek iseler, toplumun tümünü, ya da en azından bir kısmını aydınlatmak, tenvir etmek isteyen cins bir beyin olan fielsefeci.

Arslan’ın, zaman, zaman medyaya yansıyan onun deistliğini ve ateistliğini- gerçi kendisi ateistliği değil de işin “ate” kısmıyla anılmayı öne çıkarıyor- bir tarafa koyup rasyonel bir bakış açısı ile objektif ve bir an “tarafsız” olarak baktığımızda, tercihimizin Arslan olabileceğini ve dolayısıyla da Urfa’yı onun temsil edebileceğini; hatta buna hakkı olduğu söylenebilir..

Bunda da haklı tarafların varlığı, şimdiye bakarak söylemeyecek olsa  da, Urfa’nın –Harran daha çok hak ediyor- antik dönemde dünyan en önemli akademilerinden birine sahip olduğu; bu geleneğin, Osmanlı döneminde de, o da bir düşünce ve içe yönelik ameli icraatlar saikiyle parça, parça devam ettiğini ele alıp değerlendirdiğimizde, bu  kadim şehrin bir üyesi olan Arslan’ın hakkı olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.

Ama bir şeyin var olan kıymeti, şu ya da bu şekilde kıymetsizleşmeye, değersizleşmeye yüz tutmuş, gözden düşmüş ve para etmiyor ise, ne yaparsanız yapın, o öleceği mukadder olan şeyin canlanacağı güne kadar kimse onun yüzüne bakmayacaktır.

Hele, bir de, bu şey, ne gariptir ki, sözde “gericiliğe karşı” olduğu savlanan cumhuriyet modernleşmesi çerçevesinde zecri(radikal) politikalarla ortadan kalkacağı, bilakis kaldırılacağı var sayılan aşiret popülizmi üzerinden yaşanan oksimoron haller –her daim elde kalması gereken konular hariç- Urfa’yı esir almış ise, ne hikmete, ne düşünceye, ne bi felsefeciye ve ne de Ahmet Arslan gibi insanlara ihtiyaç duyulmayacaktır. Bunlardan dolayı da epey kişinin tercihi ve şehrinin temsiliyetini Ahmet Arslan’dan yapmayacağı da ayan beyan ortada…

Bunun elbette bir de, zaman içerisinde değişen, toplum yapısına, yine ona bağlı olarak değişen siyasete vb. noktalara dikkat edildiğinde, o da “belki de” on yıllar önce Arslan’a verileceği düşünülecek olan şehrin temsiliyet hakkı  ona verilmeyebilir.

Bu değişen sosyoloji, Arslan’ın şahsında onun dine yönelik kalıp düşünceleri ile onun o bölgeden çıkmış bulunan bir aydın olarak küçük ölçekte de olsa salt kimlik sorunu olup bizzat Cumhuriyet’in acı hatırası hükmünden bulunan Kürt sorununa bigane kalması ile de alakalı olabilir.

Dikkat etmişinizdir,  şehri, temsiliyet bağlamında Tatlıses’ten ziyade, bazı eksik yönlerini de görüp dikkate alarak Ahmet Arslan üzerinden bir şeyler yazmaya çalıştık.

Bunun da, en belirgin açıklaması, içerik farkı da dikkate alınarak, “söyleyenden ziyade, söylenen üzerinden” düşünceyi öne çıkarma çabamızdan dolayı olduğunu belirtmiş olalım…

 

Tatlıses fenomenine gelince…

Urfa, ellilerden başlamak üzere, ta seksenlere kadar birçok alanla birlikte Risale-i Nur çizgisine bağlı Nurcu kitle ile anılmıştı.

Bunun elbette görünür ve hissedilir birçok sebebi vardı. Bunlardan en önemlisi Said-i Nursi’nin, ta cumhuriyet öncesi ile (Osmanlı son dönemi de dâhil olmak üzere) diğer dönemlerde de bizzat şahıs olarak Urfa ile özel olarak ilgilenmesi ve orayı bir nevi merkez addetmesi ve nihayetinde orada vefat etmesi üzerinden düşünüldüğünde, konu kendiliğinden öne çıkmış olacaktır.

Bu ilgiyle bir de Kürt sorununu eklediğimizde; var olan sorunun teorik planına dair çalışmaların “sağcılık ve solculuk planda” hatırı sayılır bir uğraş olarak, birçok bölge şehrinde olduğu üzere Urfa’da da  kendine yer bulması gibi sosyal ve siyasal sebepler oranın öne çıkmasında etkili olmuştu. 

Yetmişlerin sonları ile seksenlerin başına gelindiğinde, öteden beri Urfa için çok önemli bir olgu ve uğraş olan müzik konusunda Tatlıses üzerinden belirgin bir gelişme söz konusu olmuştu.

Öteden beri kavmi kimliğinin önemli bir unsuru olan ve aynı zamanda kendi kültürüyle birlikte ortak kültüre katkı sunan Araplık olgusuna, bazı çevresel faktörlere ve bir de Tatlıses’in o da “Allah vergisi” kabilinden sesi üzerinden yorumculuğunun getirmiş olduğu tanımışlığa bakıldığında, bunun Urfa’yı temsil edeceği kabul edilebilir.

Kişinin, yapısı, karakteri bir tarafa –dikkate de alınmayabilir- sesi ve o ses üzerinden Urfa müziğine ait, içtenlikli eserlerin o “harika” yorumları hem onu hem de Urfa’yı öne çıkarmış oldu. Öyle ki, onun, sadece hangi dilden söylediğine bakılarak dahi bölgenin bir Türk’ü, Arap’ı ya da Kürd’ü olduğu konusunda bir kanaate varılacağı söylenebilir.

Hatta onun Türkiye’den, Azerbaycan’a, İran’a, Suriye’ye, Irak’a, oradan da Lübnan’a kadar koca bir coğrafyada bırakmış olduğu ün, manevi ve düşünsel anlamda değil de, maddi planda temsiliyetini onaylayacak kadar önemini halen korumaktadır.

Bunlarla birlikte Ahmet Arslan’ın düşünce insanı olmanın yanında, maddi alanda değil de, manevi alanda Urfa’dan kopmuş olması, o kopuşa binaen Urfa’nın da ona bigane kalışı ve yukarıda da belirttiğimiz üzere değişen bölge sosyolojisine giderek yabancı kalması gibi sebepler onun temsil hakkını ona vermemektedir.

Tatlıses’e gelince, on yıllardır, -onun özel yaşantısı ayrı bir konu-müzik alanında hep önplanda olması ve Urfa’ya maddi anlamda yapmış olduğu yardım ve yatırımlar, popülizmin öne çıktığı bu çağda, düşünce olgusunu arkaplana atmış olmaktadır.

Düşünceye evet, ama toplumsal sorunlara ilgisizliğe hayır; müziğe belli oranda evet, ama popülizm üzerinden bir şehrin geleceğini esir alınmasına da hayır!

Bununla birlikte, geniş halk kitlelerinin sosyal ve siyasal alanda var olan değişimden ziyade, kendini bulması, kendine gelmesi,  “kentine gitmesi” kendini var olan kaostan ve dağdağadan emin kılması için popülizm de olsa Tatlıses’i tercih etmesi, şehrin onun temsil etmesini arzulaması yanlışı ve doğrusuyla bir nevi yerellik olarak okunabilir.

Önemli olanda, şehri temsil etmesi düşünülen kişilerin bu yerelliğe elinden geldiğinde –işin suyunu çıkarmadan- katkı sunmasıdır.

Bunlara rağmen bizim tercihimiz her ikisi de değil.

Tercih edilecek olanı, tüm doneleri ile aramaya devam etmek ve ola ki hikmete ram olmak, aramak, bulmak, zira her arayan bulamaz, lâkin bulanlar arayanlardır.

Aramaya devam…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —