Dünyada son iki yüz yıllık dönem uluslaşma ve ulus devlet çağıdır. İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildikten sonraki dönemde, siyasal örgütlenme biçimi özelinde ulus devlet çağı başlamıştır. Her ne kadar ulus üstü entegrasyonlar süreç içinde ortaya çıksa da ulus devletler etkinliğini sürdürüyorlar. Elbette ulus, bu dönemde icat edilmiş tarihsel bir siyasal kategoridir. Öte yandan, farklı etnisitelerin bir arada yaşadığı ve egemen ulusun etrafında şekillenen ulus devletler, ikincil olan etnisiteler için sorun alanı oluşturmuştur. Bu durumda karşılaşılan sorunu aşmak için ulus devletin kuruluş ilkelerinin esnetmek ve bazı radikal adımlar gerekir. Tarihin çelişkisi şudur ki, sorunun kaynağı olan ulus devlet örgütlenmesine karşı çözüm önerileri de ulus devlet olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçek şu ki, ulus devlet tarihin son, mükemmel ve zorunlu örgütlenmesi değildir. Belli bir tarihsel duruma ait, toplum ve zamanla sınırlı bir siyasal cevaptır. Bu cevabı bütün zamanlar için değişmez bir siyasal çözüm olarak görmemek gerekir. Öte yandan İslam dünyasında kurulan bütün ulus devletler, siyasallık ve özgürlükler bakımından sorun kaynağı oluşturmaya devam etmektedir. Ulus devlet örgütlenmesini tamamlayamayan halklar ise daha büyük mağduriyetler yaşamaktadır.
Kuşkusuz, Kürtlerin ulus devlet kurma isteği diğer halklardan kadar meşrudur. Ulus devletlerin yapısına baktığımızda bu bir negatif meşruiyettir. Öte yandan dünyada irili ufaklı çok sayıda halk ulus devletlerini kurdular. Tarihsel uygulamalar, ulus devletlerin, çok kültürlülük açısından sorunlu bir yapısının olduğunu göstermektedir. Özellikle Ortadoğu için ulus devlet yapılanmalarını çözüm olarak görmemek gerekir. Ancak herkes tarafından kullanılan bu hakkın Kürtler söz konusu olduğunda kesinlikle reddedilmesi anlamlı ve ilkesel değildir. Kaldı ki Türkiye’de yaşayan Kürtlerin birlikten yana olduğu kendileri tarafından kabul ediliyor. Ancak mevcut Anayasal durumun buna izin vermediğini söylüyorlar. Kuşkusuz devlet kuramayan toplulukların devlet özlemini anlayışla karşılamak gerekiyor. Çünkü bazı özgürlüklerin kullanılması devletin varlığına bağlıdır. Öte yandan, Kuzey Irak’ta Kürdistan diye özerk bölgesinden olarak tanımlansa da Kürtlere ait bir devlet var. Asıl sorun, dört devlet arasında bölünmüş olan Kürtlerin devlet kurma durumunda bu devletlerin sınırlarının değişebileceği endişesidir.
Kürtler ve Türklerin bir arada yaşama kültürünün en fazla Anadolu topraklarında olduğunu düşünüyorum. Bölünmek ve ayrılmak yerine yeni bir sosyal sözleşme ile birlikte yaşamak konusunda ısrarcı olmak gerekir. Kuşkusuz bu konudaki nihai karar taraflara aittir. Her dönemin sosyal ve siyasal koşulları farklı olduğundan, farklı çözüm yollarının ortaya çıkması normaldir. Yeni koşullar eski çözüm yollarını işlevsiz kılabilir. Bu durumda cesaretle farklı yollar dememek gerekir.
Kayyum uygulamaları, temsil açısından, gerçekten sorunludur. Kuşkusuz seçilen her belediye başkanı kanun çerçevesinde hareket etmelidir. Ancak suç işlenmiş ise bireysel olarak cezalandırılması gerekir. Bu durumda Belediye Başkanı ilgili partiden bir başkasına bırakılmalıdır.
Bir kişinin işlediği suç yüzünden bütün seçmenlerin iradesi yok sayılamaz. Bu noktada bazı soruların sorulması gerekiyor. Eğer suç seçilmeden önce işlenmiş ve hüküm verilmiş ise bu kişilerin seçime girmeleri hukuken nasıl mümkün oluyor? Seçime girmesine engel olmayan bir suç, seçimden sonra görev yapmasına nasıl engel oluşturuyor?
Öte yandan halk iradesi hukukun önüne geçebilir mi, sorusu da ayrı bir tartışma konusudur. Ancak kayyum kararlarının hukuki değil siyasi olduğuna dair bir kuşku varsa ve bu kuşku çok sayıda insan tarafından paylaşılıyor ise o noktada öncelikle tartışılması gereken hukuktur. Hukuk devleti hepimiz için üzerinde özenle durulması gereken bir kavramdır.
Kronikleşmiş bir sorunu çözmek iradesi, tarihe yön veren seçkin zihinlerin davranış biçimidir. Onlar düne, dünün hesaplarına takılıp kalmazlar. Onlar içinde yaşadıkları topluma ve tarihe karşı sorumlu hissederler kendilerini. Çözümsüzlükten beslenmez, acı da olsa sorunu sona erdirecek adımları atarlar. Onlar, tarihin dönüm noktalarında görev yapan, insanlığı içinde yaşadığı olumsuzluktan kurtaran, yön ve umut veren Peygamberin varisleridir. Onlar, genellikle karar alırken bilenlere danışırlar; ancak bazı kritik noktalarda inisiyatif almaktan çekinmezler. Tıpkı Peygamberin Hudeybiye’ de yaptığı gibi, en yakın arkadaşlarının itirazına karşın aldığı kararı uygularlar.
Kronikleşmiş, tarihsel kökleri olan bir sorunu çözmek kolay değildir. Çoğu kez kabul edilen paradigmanın dışına çıkmak gerekir. Eğer egemen siyasal paradigma sorunun kaynaklarından biri ise onun içinden çözüm aramak ne kadar mümkündür, sorusu da üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Dünyanın sürekli değiştiği bir çağda sabit ve sınırları tartışılmaz siyasal paradigmalarda ısrar etmek çözümsüzlüğü beslediği bilinmektedir.
Kuşku yok ki, etnik temelli sorunların çözümünde dünyadaki ve kendi tarihimiz içinde yaşanan ( İslam ve Osmanlı) tecrübelerden yararlanmak gerekir. Siyasal sistemler sabit, değişmez ve statik paradigmalar değildir. Bir paradigma sorun çözme yeteneğini kaybetmiş ise devrimsel bir sıçrama ile yeni bir paradigmaya geçmek gerekir. Bu tarihin devrimci yönüdür. Kuşkusuz bu değişim sarsıcı bir süreçtir. Bu devrimsel dönüşümün önündeki engeller muhafazakarlık, milliyetçilik ve muhafazakarlaşmış dindir.
Din, ahlaki ve değişimi yönünden uzaklaşıp, egemen statükonun emrine girmiş ise tüm dönüştürücü gücünü kaybetmiştir. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, “Acılar ve ızdıraplar içinde doğan dinler ve devrimler rahat ve konfora gömülünce biter.” Dinin statüko ile işbirliğine girmesi aynı zamanda onun ölümüdür.
Toplumu derinden etkileyen sorunların çözüm çabalarının önündeki en büyük engel, varlığını egemen statükonun sürmesine borçlu olan kesimlerin varlığıdır. Egemen statüko görünürde birbirine karşı mücadele eden karşıt güçlerin her birini destekleyen bir konumda bulunuyorsa, sorunu çözmek bir kat daha zordur.
Sorunun gittikçe kronikleştiği zamanlarda ortaya çıkan gerçek, Türkiye toplumunun yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacının varlığıdır. Zaman zaman ortaya çıkan çözüm süreci önerileri de buna işaret ediyor. Türkler ve Kürtlerin birlikte yaşama potansiyellerinin hem toplumsal hem de tarihsel olarak var olduğunu imkanını heba etmemek gerekir. Çözümsüzlük çözümden sonra etkinliğini kaybedecek grupların işine yarar. Sorun üzerinde sağduyu temelinde düşünmek gerekiyor.
Devlet Bahçeli’nin bile umut hakkından söz ettiği bir dönemde, Kürt sorunu yoktur retoriği anlamlı olmaktan çıktı. Eğer sorun yoksa neden Devlet Bahçeli Öcalan’a af anlamına gelecek umut affından söz ediyor. Demek ki, Türkiye’nin Kürt sorunu odaklı karşısına büyük risklerin çıkacağını görüyor. Öncelikle sorunu görüp, çözüm için öneri yapmak gerekiyor.
Ancak hem umut hakkından söz edip hem belediyelere kayyum atamak gibi çelişkiler devam ediyor. Kuşku yok ki, hem demokratik geleneği ve halk iradesini savunmak, hem de DEM’li Belediye başkanlarının PKK ile ilişkilerinin hukuk devletinde olamayacağını kabullenmek gerekiyor. Üstelik Demokratik bir yönetimde ” Eş başkanlık” tanımlaması halk iradesine aykırıdır. Eş başkan kim tarafından ne amaçla belirlenmektedir. Üstelik hem umut hakkını hem kayyum uygulamalarını aynı iktidar sahipleri savunuyor. Türkiye çelişkiler ülkesi. Temennimiz bu sorundan ülkemizin yeni bir sözleşme ile birlik ve beraberlik içinde çıkmasıdır. Türkiye’nin bu sorunu çözecek tarih selam birikimi var. Unutmayalım ki, çözemediğimiz her sorun dış güçlerin olaya müdahil olma riskini barındırır.
Çözüm diyalog ve birbirini anlamaktan geçiyor. Terörü reddetmek ön koşuldur elbette. Terörü yaratan faktörleri ortadan kaldırmak ise öncelikle siyasetin ve aydınların üzerinde düşünmesi gereken konuların başında gelmektedir. Silahların ebediyen sustuğu bir ülke hayali gerçekten güzel bir hayaldir.
Terör, hiçbir koşulda hak arama yöntemi olamaz. Terörün gündemden kalktığı ortamda her şey konuşulabilir. Yeter ki herkes dürüst olsun ve başka hesapların aracısı olmasın.
Kaynak: Farklı Bakış