Bir tespit ve temelsiz bir jeopolitik…
Bu toprakların ilk milliyetçi/ulusalcı karakterli toplumsal ve siyasal hareketi, istisnasız; batıda eğitim görmüş elitlerin başını çektiği ve kısmen de doğudaki Türk diyarlarından gelen –ki bunlar, belirgin bir Rus baskısına karşı cephe alıp ve akabinde Osmanlı’ya sığınan- aydınların oluşturduğu bir hareketti.
Bir takım argümanlara sahiptiler. Belli bir çerçeveye oturtulmaya çalışılan “sosyal, kültürel, siyasal ve daha da önemlisi bir ‘bir jeopolitik durum’ söz konusuydu. ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olmazsa bile, geniş bir coğrafya üzerinde ‘hüküm ferma’ buyurma söz konusu idi. Böylesi bir hayalden ötürü, Alman muhibbi Enver Paşa’nın Sarıkamış hezimeti adına ‘Turan’ denilen bir hayalinde başlamadan bitmesine neden olmuştu.
İşte, tam burada devreye kendisini dev aynasında görmeye ayarlı bir halet-i ruhiye giriyor ki, bekli de milliyetçiliği tetikleyen, onu baştan aşağı dizayn eden bir durum söz konusu idi.
Disiplinel olguların aksine…
Aydınlanma felsefesini, akıp giden insanlık tarihi içerisinde arızi durum bağlamında görüp, onu değere almayan ve tarihten tutun da sosyolojiye kadar hiçbir ilmi disiplinin sağlam temelli bir mantık örgüsü içerisinde asla yeri olmayacak olan milliyetçilik, sözde bir toplumu oluşturan, onu kemale erdiren disiplinel olgulara rağmen, koca bir Türk kitlesini dünden bugüne Turan ülküsü etrafında bir arada tutmaya çare olamamıştı.
Yapmaya çalıştığımız bu tespiti, Osmanlı’nın kurtuluşuna binaen oluşturulan ideolojilerden olan ‘nevi şahsına münhasır ve sözde İslam’la bağı kurulmaya çalışılan salt Türkçülük ve bunun yanında da İslam’a yer vermeyen Şamanist karakterli ‘Güneş Dil Teorisi’ne göre oluşturulmuş, aynı zamanda da günümüze kadar Kemalizm’e hayat kaynağı olmaya devam eden modern temelli Türkçülüğün toplumsal hiçbir karşılığı olmadığını gün be gün görmekte ve orta yere konulmaktadır.
Evet, kabul edelim ki, klasik devirleri yaşamıyoruz, ilişkiler eski –ama ilkel değil!- tarzda devam etmiyor, ama bunun karşılığının illa da milliyetçilik olacağının hakikate değer bir yönü var mı ellerimizde?
Olgunun aksi delilini hangi kaynaklardan tevarüs ettireceğiz ve devreye nasıl sokacağız? Bundan dolayı, sormaya çalıştığımız can alıcı bu tür soruların tatmin edici bir karşılığını bugüne kadar hiçbir milliyetçi kaynak veya şahıs veremedi.
Onlara göre ise, verdikleri cevaplar bizim açımızdan bir ‘sebep ve sonuç ilişkisi’ bağlamında değerlendirilemediğinden dolayı milliyetçiliğin mahiyetini anlamak zorlaşacaktır.
Yaklaşık iki, üç asırdır İslam Dünyası’nı ve Müslüman toplumları hem teorik ve hem de yakıcı bir pratik ikilemi içerisinde kasıp kavuran milliyetçilik, kendi ontolojik bağı içerisinde dine, dini değerlere azami ölçüde yer vermemiş, onun dışlanmasına ayarlı bir tutum sergilemiş ve bu tutumunu da çeşitli kesintiye rağmen sürdürmüştür.
Yerine göre de, İslami anlamda kabul edilebilir bir yerleşiklik söz konusu olmadığından dolayı, önce tutunmak, sonrasında ise, her şeyi kendine yontma sevdasıyla dinle, diyanetle at başı gitmenin riyakârca hesaplarını yapmaya çalışmıştır.
Zemin olarak bu topraklarda hayat mücadelesi veren Türk, Kürt, Arap vs. milliyetçiliklerine, teori ve pratik açıdan baktığımızda tespitlerimizi de teyit ederiz.
‘Aidiyet’in milliyetçiliğin gölgesinde yitirilmesi…
Yukarıda bir yerde, başlamadan biten bir hayalden bahsetmiştik. Ve bu konuda şunları da söyleyebiliriz; Böylesi bir hayal peşinde koşulacağına bu toprakların tüm halklarıyla –Müslim, gayr-i Müslim- ‘adalet temelli” bir yapı oluşturulabilirdi.
Bizce, işin başında yapılan en bariz hata şuydu; “Anadolu Türklüğü” her ne kadar Orta Asya’dan izler taşıyorduysa da, bin küsur yıllık bir süreç içerisinde Anadolulaşmış, Müslümanlığın da belirleyici etkisiyle belli bir oranda da Ortadoğululaşmıştı. (Buna, Arap ve Kürt unsurlarla tanışma ve kaynaşma durumunu da ilave edebiliriz.)
Anadolu Türklüğü’nün “kavmi açıdan” Türklük bağlamında da Müslümanlık bağlamında da Orta Asya’yla bilinen bir bağlantısı vardı. Ama esas bağlantı ise, bin küsur yıldır aynı kaderi paylaştıkları halklarla olmalıydı.
Ama bu bağ, uzun asırlarda halkların kardeşliği, birlikteliği, dostluğu vb. açısından olumlu bir belirginlik içerse de, modern döneme gelindiğinde, İslam’a ve onun sağladığı imkânların hülasası olan aidiyetin milliyetçiliğin/ulusalcılığın gölgesinde yitirilmesi ile zedelenmiş oldu.
Türkiye Gerçekliği’nden yola çıkarsak…
Fransız devrimi, sonuçta dünyaya “ulusçuluk” diye bir olguya kapı aralamıştı. Aslında ulusçuluk kavramı kısa sayılabilecek bir süre içerisinde, bizde toplumsal olarak yerini almış oldu. Cumhuriyet öncesi süreç ile özellikle cumhuriyet sonrası süreçte ‘toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal alanlarda –tek başına veya birlikte alt oluşlar sonucunda- değişimler, travmalar, zihinsel kırılmalar vs. bolca yaşanmıştı.
Halk, önce padişahın, saltanatın sultasından kurtarılacak, modern bir vizyonla ortay çıkılacak ve bilahare milliyetçilik/ulusalcılık bağlamında Türkleştirilecek ve bu sayede de Anadolu coğrafyasında da bugüne kadar yapılmamış, etnik bir birleştiricilik vücuda getirilecekti!
Aslında bu etnik birleştirme olayı, baştan belli bir göz boyamaca şeklinde kendini belli ettiriyordu. O dönem cumhuriyet elitinin kendi zihinsel ve fikirsel yönelimi Batı’ya doğru olsa da, yapılmak istenen şey; Anadolulu ve yerli Hıristiyan ve diğer gayr-ı Müslim halkların bir kısmını –özellikle de Rum nüfusu- Osmanlı hinterlandı bakiyesi olan ve çevrede yeni oluşan devletlerle mübadele yoluyla yerlerini değiştirmekti.
Bu sayede Rumlar, Ermeniler vs. başka ülkelere gönderilecek, onların yerlerine ise, Balkanlardan, Kafkaslardan ve Ortadoğu ülkelerinden –sözde o diyarlarda zulüm gören- Türkler, çeşitli açılardan Türk kültürüne vakıf olan İslam’a aidiyetleri sosyolojik anlamda da kalsa diğer Müslüman halklar getirilip yerleştirilecekti.
İslam’a rağmen ulusalcı rejimin, mübadele adı altında getirip yerleştirdiği unsur Türk unsuru olmuştu. Ki, bu unsurun büyük bölümünün Osmanlı’nın Rumeli’ni fetih sürecinde Anadolu’dan gönderilen Türkler olduğu bilinmektedir..
O dönemdeki temel amaç, o bölgeleri Türkleştirmekten ziyade hem Müslümanlaştırmak ve hem de devlete çeşitli açılardan yararlı hale getirmekti.
Bizce burada şu incelik göze çarpmaktadır; O topraklar, bizce marazlıda olsa ‘nev’i şahsına Münhasır’ bir İslamlaşmayla tanıştı, kısmen onunla birleşti, birleşmese bile yan yana yaşamaya alıştı. Yer yer de günümüze kadar, klasik ve modern ulusalcılık bağlamında Osmanlı hinterlandının sanal varlığına karşı oluşan bir mücadele de varlığını sürdürmüş oldu. Ör. Sırpların bölgede kalan Türk unsurlara, Boşnaklara ve Kosovalı Arnavutlar'a yönelik tehdit, şantaj ve katliamları…
Yaklaşık seksen, yüz küsur yıldır, artta kalan hinterlanttan ve özellikle de Balkanlardan ‘pey der pey’ bir göç dalgası yirmi yıl öncesine kadar devam etti. Bu göçlerin, ulusalcı çizgiye güç kattığı ortadadır, ama yerli halkın yıllardır, hatta yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşamış olmasına rağmen, kıt kanaat giden ekonomik olanakları hem cumhuriyet elitine –askeri ve sivil bürokrasisine- ve hem de Türkçü rejimin popülist politikaları açısından gelen göç dalgasına fütursuz bir şekilde sunulmuştu.
Bu zulmü kim, hangi kurum ve sistem icra ederse etsin; zulüm, zulümdür. Kaldı ki, kimsenin bir başkasını yerinden yurdundan etmeye hakkı yoktur ve asla olmamalıdır da!
İnsan teki yaratılışı veçhesinde, ancak ve ancak adına ‘dünya’ denilen bu yeryüzünde yaşamaya ayarlı olarak yaratılmışsa, sonradan oluşturulan ve sistemleştirilen bir takım ‘arızi’ durumlardan ötürü, kanıksadığı toprak parçası dışında bir başka yerde yaşamaya mecbur bırakılmamalıdır, bunun aksi ise, zulüm olur.
Bizi de aşan çeşitli nedenlerden dolayı da ülkemizi yurt ittihaz etmiş, insanlara, dahası kardeşlerimize ‘neden, kalkıp ta buralara geldiniz?!- yollu sorular sormaya da hakkımızın olmadığını da bilelim. Bu sadece tek taraflı olmamalı. Aynı etnik, sosyal ve kültürel kalıplarda olmayan insan gruplarına da karşı aynı müşfik tavrı sergilemeliyiz.
Unutmayalım ki, hiçbir insan, ‘vatanım!’ dediği yer dışında, bir başka diyarda yaşamak istemez! Bunun böyle olduğunu kendi hayatımızdan da çıkarsayabiliriz.
Sonuca varırsak…
Bugüne kadar gerek milliyetçilik, onun mahiyeti ve beri yanda da hem Türk ve hem de Kürt milliyetçiliğine yönelik bir yığın söz söylendi, bir yığın ifadeler kayda geçti ve yığınlarca da çalışma elden ele dolaşıp durdu.
Bu olgu neydi, neyi amaçlıyordu, hangi kaynaklardan besleniyordu. İleri sürücüleri tarafından istenen sonuç ve sonuçlar elde edilmiş miydi? Milliyetçilikle arzulanan şey oluşmuş muydu ve daha bir yığın soru…
Tabii ki, milliyetçilik birtakım eski ve yeni durumlardan, disiplinlerden azami derecede faydalanmış, faydalanmaya devam ediyordu.
Tarihsel takıntılar, kaba bir şekilde devam ede gelen geçmişin kavmi ve ırki tortuları modern –aynı zamanda da din dışı-ortamların beslediği yaklaşımlar ister istemez, hem kendi aralarında belli bir inançtan yola çıkarak ümmet olan biz Müslümanları ve hem de aynı inancı paylaşmasak bile, aynı yaşamsal ortamları paylaşmamız gereken insan topluluklarını birbirlerini amansız düşmanlar kılmakta ve bulunması gereken ‘iyi’ye yönelik bağları zayıflatmakta ve zamanla da söküp atmaktadır.
İşte bu kaygılardan dolayı bizde, başta Türk milliyetçiliği ve onun karşısında bulunması doğal olan milliyetçi anlayışlara vurgu yaptık. Gayemiz, milliyetçiliğin en azından bu topraklarda mahiyetini öğrenmekten ibaretti…