İnsanlık tarihi boyunca barbarlık, savaşlar, şiddet ve yıkım gibi kavramlarla iç içe olmuştur. Medeniyetin ilerlediği düşünülen çağlarda bile barbarlık yeni biçimlere bürünerek varlığını sürdürmüştür.
Vahşi ve barbar bir topluluğa Mevlânâ’nın Mesnevî'sini de verseniz, oradan bile bir vahşet dayanağı ve motivasyonu üretebilirler. Tıpkı Hz. İsa’nın barış ve sevgi mesajından Haçlı Seferleri'ni çıkaranlar gibi…
Ya da Kur’an-ı Kerim’den Kerbelâ faciasını üretenler gibi...
Günümüzde ise, gerek coğrafyamızda gerek dünya çapında, özellikle 2011 sonrası Suriye’sinde benzer zihniyetler, anlamı çarpıtarak, kutsal metinleri araçsallaştırıp şiddeti meşrulaştırmaya devam etmektedir.
Bugün halihazırda yaşanan barbarlığın yalnızca bir sonuç olduğunu sanıyoruz, oysa bu vahşetin teorik bir altyapısı var. Daha ürkütücü olan ise, bu teorik çerçevenin farklı versiyonlarının diğer bölgelere bulaşması ve yaygınlaşmasıdır.
Bu tıpkı bulaşıcı bir hastalık gibi bünyeyi içten içe çökertmesi, bedensel bütünlüğü bitirmesi gibi bir şeydir.
Son dönemlerde bu illetin bölgemizde de neşvünema bulduğunu üzülerek belirtmek isterim, yani ülkemizde de giderek yaygınlaşmakta, bunun teorik alt yapısı oluşturulmaya çalışılmakta. Bu ister istemez bir tedirginlik yaratıyor. Buna birileri misyon üstlenerek, yığınlar da bilmeyerek balıklama atlıyor. Görünmez bir el, adım adım, sistematik bir şekilde toplumu bu yöne itiyor. Mezhepsel ve etnik ayrışmalar körükleniyor, dini bağnazlık ve tekçi söylemler yaygınlaştırılıyor, toplumun farklı kesimleri birbirine düşman edilerek ortak bir bilinç inşa edilmesinin önüne geçiliyor.
Sosyolojik olarak bakıldığında, bu tür süreçler kendiliğinden gelişmez. Önce kimlikler üzerinden algı operasyonları başlatılır, ardından tarihsel ve kültürel hafıza tahrif edilerek halkın zihni sis bulutuna gömülür. İnsanlar, dini bağnazlık ya da aşırı seküler tekçilik arasında bir tercihe zorlanırken, gerçekte düşünme yetileri ellerinden alınır. Böylece toplum, kurgulanmış düşmanlıklar etrafında kamplaştırılır ve ortak insani değerlerden koparılır.
Ayrıca, uyuşturucu ve benzeri araçlarla genç nesillerin bilinçleri köreltilirken, sosyal medya ve popüler kültür üzerinden kitlelerin gerçek sorunlarla yüzleşmesi engelleniyor. İnsanlar ya köktenci dogmalarla ya da tüketim kültürünün uyuşturucu etkisiyle edilgen hale getiriliyor.
Bu süreç ilerledikçe, bireyler yalnızca kimlik çatışmalarının içinde sıkışıp kalıyor ve toplumsal dayanışma giderek zayıflıyor.
Eğer bu altyapı iyice pekişirse, geçmişte başka coğrafyalarda olduğu gibi, kaosun pratiğe dökülmesi an meselesi olacaktır. O zaman geldiğinde, tıpkı Suriye’de olduğu gibi, toplum kendi içinde farklı etnik kimliklere, mezhepsel fırka ve gruplara bölünecek, insanlık dışı uygulamalar sıradanlaşacak ve geriye yalnızca harabeler, acılar ve pişmanlıklar kalacaktır.
Önemli olan, bu süreci fark etmek, bizi biz ve bir kılan ortak insani değerler etrafında kenetlenmek, eleştirel düşünceyi kaybetmemek ve bizi kimlerin, nasıl bir sona hazırladığını sorgulamaktır. Çünkü en büyük felaketler bir anda gerçekleşmez; önce düşüncede, sonra dilde, en sonunda ise eylemde vücut bulur. Bu da yıkım, acı ve gözyaşı getirir.