Hafta içi bir program vesilesi ile Sultangazi’deydim… Seminerlerden önce yakın olduğu için yatsı namazını Mescid-i Selam’da kıldım… Türkiye’de Tebliğ Cemaati’nin merkezi olan bir camiden bahsediyorum… Belki de dünyada en büyük İslami Hareket diyebileceğimiz bir yapıdır Tebliğ Cemaati… Bu yazımda o cemaatin kritiğini yapacak değilim… Artısı ve eksisi ile ciddi bir potansiyel ve güçlü bir aksiyona sahip olduklarını görüyoruz… Sadece Bangladeş’te yapılan yıllık toplantıları (tongi içtima) hacdan sonra en çok Müslümanın bir araya geldiği bir buluşma… Yaklaşık üç milyona yakın insan katılıyor… Bu yapının çizgisini, anlayışını, amacını değerlendirmeyi başka bir zamana bırakıyorum… Sadece bu hareketin altı ilkesinden biri üzerinde durmak istiyorum…
Tefriğ-i Vakt…
Dünya işlerinden fedakârlık gösterip tebliğ çalışmaları için gönüllü olarak vakit ayırmak… İşte Tebliğ Cemaati’nin en önemli ilkesi… Vaktin tasadduk edilmesi…
Her gönüllüden yılda kırk gününü ayırarak kapı kapı, şehir şehir, ülke ülke dolaşıp zamanından, parasından, rahatından fedakârlıkta bulunması talep ediliyor…
Evet, ömürde dört ay yılda kırk gün, ayda üç gün, günde iki buçuk saat talep ediliyor… Allah yolunda bulunmak için…
Gerçekten ciddi bir motivasyon, güçlü bir aidiyet, fevkalade bir performans… Her İslami yapının böylesi bir aidiyet bilincine, aksiyon ruhuna ihtiyacı var diye düşünüyorum…
Bu tarz bir tebliğde hedef kitlede beklenen amaç hâsıl olmasa bile tebliğciye manevi ve sosyal birçok tecrübe ve kazanım sağlamış oluyor…
Evet, bugün biz Müslümanların en temel sorunlarından biri, davaya ve davete vakit ayıramamak değil midir?
Mesuliyetlerimiz ve meşguliyetlerimiz hangi eksende seyrediyor?
Nebevi uyarı iki yanılgıya dikkatimizi çekiyor:
‘’İki nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.” (Buhari)
Sanki zaman yönetimi, planlaması konusunda ziyanlardayız… Savruk hallerimiz var… Vakit israfında oldukça hoyratız… Malayani bir çağda mana, misyon, mesaj ıskalanıyor. Medyaya cömertçe vakit ayırabilen bizler, Mevla’ ya niçin zaman ayıramıyoruz? Nedense ayetlerden daha fazla aynalar ve araçlar bizi meşgul ediyor… Kur’an’a uzak düştükçe ekranların ve vitrinlerin meftunu olduk…
Biliyorum çok yoğunuz, çok yorgunuz… Zamanın kifayetsizliği söz konusu… Fakat diğer yandan bakıyoruz her şeye vaktimiz var, vaktin sahibine vaktimiz yok…
Bizim Allah’ a ayıracak zamanımız yoksa Allah’ın mahşerde bize ayıracağı yer neresidir? Tahmin edebiliyor muyuz?
Dilim varmıyor söylemeye, yoksa Allah’ a ihtiyacımız mı yok?
Düşünebiliyor musunuz, yaşamın keşmekeşi, karmaşası ve koşuşturması içinde namaz bile artık ağır gelmeye başladı…
Gerçekten biz kim için yaşıyoruz?
Hani ömürde, ölümde Allah için olacaktı? Hayatta, mematta O’na adanacaktı?
Değil mi ki Allah’ ı seviyoruz… Niçin vakit ayırmıyoruz? Adanmıyoruz? Odaklanmıyoruz?
Hayattan amaç nedir; oyalanmak mı, olmak mı?
Yaşama sağlıklı bir anlam yüklemeyen hız, haz ve hırs anaforunda tükenip gidiyor… Hedonist, egoist, pragmatist dişlilerin kurbanı oluveriyor…
Evet, aklıselimle sordum şimdi, kalan ömrümüze ne yükleyeceğiz? Kalan günlerimize neler sığdıracağız?
Soylu nefeslerimizin kaçta kaçını Rabbimize ayıracağız?
Az zamana çok şey sığdırmak gibi bir mecburiyetimiz var… Geçmişimizin telafisi için…
“İbnü’l-vakt” olmak sorumluluğu altındayız…
Ahir zaman söylemine sığınıp sorumluluklardan sıyrılamayız… Bozulan zaman değil, zamanı hoyratça harcayanlardır…
Ne kadar yaşayacağımızı bilemiyoruz, kıyametler kopuyor olsa da inancımızı ve değerlerimizi yaşatma mecburiyetimiz var…
Artık erteleme lüksümüz yok… Kararlı ve tutarlı olmak zorundayız…
Kendimize, kardeşliğe, kulluğa, kutsala, kitaba, kıbleye zaman ayırmak durumundayız…
Biliyoruz, nereye gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez…
Kaynak: Milat Gazetesi