Bir bakıma çocuklar yetişkinlerden daha insandır. Çocuklar irade ve duyguların kendiliğindenliğine sahiptirler. Dolayısıyla insanlar büyürken “insanlık”larından bir kısmını kaybederler. İnsan yaşadıkça hayat kaynağından giderek uzaklaşır. “İnsan ziyandadır” (A. İzzetbegoviç)
Hakiki bir insan kendi insani vazifesini yerine getirir veya onu yerine getirme uğraşında kendini tüketir.
Arzular olmaksızın bir hayal tasavvur edilebilir mi? Bir arzunun üstesinden gelmek istediğinizde bu da bir arzudur.
Kişinin kendi benliğinin olması ve onu savunması insan olmasının gereğidir.
Tek başına ilkeler yeterli değildir. Öncelikli parametre insandır.
İnsan toplumla bir bütün, toplum bireyleriyle, ortak değerleriyle, ilkeleriyle, kurallarıyla toplumdur.
Toplumda bireyler fırsatlara ve yaşamın getirdiklerine eşit mesafede duruyormuş gibi görünse de, normlara ve kurallara aynı ölçüde bağlıymış gibi var sayılsa da, çoğu zaman bu mesafe ve bağlılık ilk bakışta görünmeyen uzaklıkta ve kopuklukta olabilir. Kimi zaman normların ve kuralların kendisinden, kimi zaman da göz ardı edilen tutum ve etkileşimlerden kaynaklanan çelişkilerin çoğalması sonucu bağlılıklar, mesafeler ve ölçüler pörsümeye yüz tutabilir ve bunlardan dolayı toplumda bireyselleşmeye kaçış başlayabilir. Sosyal düzenin işlemesi zorlaşır, normlar ve kurallar işlevsiz kalabilir. İnsanlar ihtiyaç duyduklarında hangi normu ölçüt alacaklarını bilemez duruma gelebilirler ve bireylerin toplumla bütünleşmeleri zayıflayabilir.
Bireyselleşme eğiliminin yoğunluk kazanmasıyla, kişilerin, toplumsal normlara ve kurallara bakışı değişir, güveni azalır ve kimi zaman bu unsurlar baskılayıcı ve özgürlüğü kısıtlayıcı unsurlar olarak görülmeye başlar. Bu durumda toplumun normlara ve kurallara yaklaşımı bütünleştirici olmaktan çok ayırıcı bir etki yapar.
İnsanların, toplumların ortak yaşamları için oluşturdukları “kuralların ve normların” zaman içerisinde bozulabilir veya kısmen ortadan kalkabilir olması, bireysel ve kitlesel bazı patolojik durumları ortaya çıkarır. İnsanların kendi kurdukları düzenin veya sistemin, kendi hemcinslerinin yaşamını kolaylaştırmak yerine güçleştirdiği veya tıkanıklığa yol açtığı böyle dönemlerde yaşananlar “kitlesel anomi”dir.
“Kural, yasa, norm” anlamına gelen “nomos” sözcüğünün olumsuzu olarak kullanılan “anomi” kavramı genellikle “normsuzluk ve kuralsızlığı” ifade etmek için kullanılır.
İnsanlar, seçtikleri hedefe ulaşma noktasında ve yaşamlarını inandığı değerlere göre sürdürme konusunda mevcut normların ve kuralların yetersiz kalması karşısında, olağan bir şekilde gerçekleşmesini bekledikleri yeni normların ve kuralların varlığına ihtiyaç duyarlar. Bu değişiklik olağan bir şekilde gerçekleşmez ya da eksik veya yetersiz gerçekleşirse insanlar, normsuzluğu ve kuralsızlığı, tepkisel bir refleks olarak kendine daha yakın bulur. Diğer taraftan yeni normların ve kuralların oluşması süreci yaşansa da, yeni olanın yürürlüğe girme aşamasında da toplumda benzer bir şekilde normsuzluk ve kuralsızlık refleksli yaşanabilir. Her iki durumda da ortaya çıkacak olan “anomik” durumun gerçekleşme serüveni süreç içerisinde oluşan boşlukların tezahürüdür. Bütünleşmeyi gerçekleştiremeyen ve içlerinde yeterince bağlayıcı unsur bulundurmayan ya da bağlayıcı unsurların yıpranmışlığıyla muhatap olan toplumlar ve kişiler bu süreçlerde anomi durumunu daha derinden yaşarlar.
Herkesin en iyi yerlere gelme, mutlu olma, varlıklı olma, sözü geçer olma, geniş imkanlara kavuşma, yüksek statülere sahip olma isteğinde olması, ancak az sayıda insanın bu isteğini gerçekleştirebilmesi, büyük çoğunluğun ise meşru veya gayri meşru bir şekilde bunları gerçekleştiremiyor olması, sosyal, ekonomik ve psikolojik bir çok sorunla baş başa yaşamak zorunda kalması, normsuzluk ve kuralsızlık sendromuna girmenin başlıca nedenlerindendir. Bu durumda, eğer kişi, durumunu kabullenip yaşamını mevcut çerçevede devam ettirmeyi başaracak argümanlara sahip değilse, yaşamın ve insanlar arası ilişkilerin karmaşıklığından ve düzensizliğinden bıkkınlık duyarak uzaklaşma meyliyle anomileşme sürecine adım atacaktır.
Böyle durumlardaki insanlar yaşadıkları gündelik hayatın dünyasını aşacak gücü kendilerinde bulamazlar.
Bir kısmı Lümpence kaçış yolları arar, bir kısmı oyalanacak yüzeysel, belki sanal kuruluşlar bulur kendine, ekseri çoğunluk belli bir canlılık fonksiyonlarını yerine getirmekle birlikte içine kapanır, sadece günlük zamanın belli bir kısmında yaşar, kurallar, kaideler, değerler sanki bir yük gibi algılanır.
Toplum kendi merhametinden ürker duruma gelmiş ya da merhamet duygusu anlık tepkilerden ibaret bir hal almıştır.
İnsan benliği penceresiz ve kapısız kalmıştır.
İnsan, fıtratını yitirmekte, yaratılıştan gelen doğallığını kaybetmektedir.
Bu süreç, insanın kendine muhacirleştiği bir süreçtir.
Akıl, gerçeğin sözünden çıkmış, yarar sağlama vasfı zayıflamıştır.
Artık, insan aklı, görünürde, üstü başı temiz rezaletleri misafir etmeye başlar.
Bu durumda akılla ve inanç bilinciyle becerilemeyen işler öfkeyle, tepkiyle veya yapmacık karaktere bürünerek becerilmeye çalışılır.
Kişilikler ve karakterler ifadesiz çehre gibi ortalıkta dolaşıp durur.
Renksiz, kokusuz, tatsız, duygusuz, kuralsız, emeksiz, suni bir dijital yaşam şekli bütünlüklü günlük hayatın yerini almış ve anomi adayları çoğalmıştır.
Sosyal düzeni ayakta tutan hayata ait tüm dengeler kuralsızlığa, ilkesizliğe, değersizliğe kurban edilmekle karşı karşıyadır.
Toplumsal değişim ve gelişim süreçlerinde ahlakın hep geri planda bırakılmasının ve bir türlü bu değişim ve gelişimle aynı hizaya gelememesinin de anomi sürecinin yaygınlaşmasında payı büyüktür. Toplumsal değişim hızına, ahlakın yetişememesi sosyal düzenin dengesini bozmakta ya da aksamasına neden olmaktadır. Toplum içinde, dönemler ve katmanlar arası geçişlerde normların, kuralların ve değerlerin gelişmesinin, yenilenmesinin ve yerleşmesinin içselleştirilmesi öncelikle ahlaki dengenin doğru kurulmasına bağlıdır.
İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği ve paylaştığı temel değerlerin, inançların, fikirlerin ve davranışların sağladığı görüş birliğinin her zaman mükemmel olaması beklenemez. Kişilerin sahip oldukları bu temel değerlerin, kültürün ve inancın kimi özelliklerini benimseyip, kimi unsurlarını benimsememesi ya da ‘nötr’ kalması toplumsal değişim ve geçiş süreçlerinde ahlaki dengeyi kuramamalarında en belirgin etken olarak öne çıkmaktadır.
Toplumsal yaşamda, faizli ve fahiş kar marjlı işleyişler, ortaklıkta dürüst olmamak, yetimlerin mallarını ve emaneti gereği gibi korumamak, çevreye ve doğaya duyarsız kalmak veya bencilce kullanmak, refahla ve bollukla şımarmak, yeryüzünde fesada sebep olmak, dünya zevklerine aşırı düşkünlük, ikili ve çoklu münasebetlerde Allah’ın belirlediği sınırları aşmak, insan hayatını değersizleştirmek, insanı veya kendi kendini nesneleştirmek, hakkı olmayanı bir yolunu bularak hakkıymış gibi addetme, yanlışı menfaat karşılığında dost veya yol edinme, ibadeti önemsememe, fuhuş ve çirkinliğe bigane kalma ahlaki dengenin bozulmasını ve güncel değişimlerde ahlakın yok sayılmasını beraberinde getirmekte, kuralsızlığa, değersizliğe ve normsuzluğa meydan vermektedir. Bu durumun karşılığı bir tür anomileşmedir. Kişinin veya toplumun inandığı değerlere sahip olduğunu söylemesi, ahlaki normları kabul ettiğini ilan etmesi onu anomileşmekten kurtarmaz. Böyle durumlarda değerler, normlar ve kurallar yazılı metinlerde, derin söz ve açıklamalarda, etkileyici görsellerde yaşamın eli değmeden işlevsiz bir şekilde öylece durur.
Geçmişten günümüze, normların ve kuralların kesin çizgilerle ayrımının zorlaştığı, geçiş ve değişimin sürekli ve hızlı bir şekilde gerçekleştiği toplumlarda,”anomik” davranışlar daha derin bir kitlesel boyut kazanmıştır. Kimi sosyologlar toplumdaki ahlaki dengenin kurulması ile, kimisi iş bölümü ve çalışma dengesinin sağlanması ile, kimi faydaya ulaşmadaki makasın kapatılması ile, kimisi kolektif dayanışmanın gerçekleştirilmesi ile, kimisi geçiş dönemlerindeki yenilenmenin hayatın doğal ve olağan akışıyla sağlanması ile anomileşmenin önüne geçileceğini anlatmaya çalışmış, kimisi de ne yapılırsa yapılsın bu süreçlerin yaşanacağını, bundan kaçışın olamayacağını ama anomiliğin yaşanmasının ardından zararının en az ve en kolay telafi edilir şekilde atlatılmasının mümkün olabileceği üzerine görüşler beyan etmişlerdir. İnsanlığın tarihi süreci içerisinde toplumsal yaşamdan hareketle tespit edilerek dile getirilen bu görüşlerin ayrı ayrı doğruluk payı olduğu gibi hepsi birlikte, bir bütünlük içerisinde daha da doğru olduğu kabul edilmelidir.
Anomileşme sendromuna düşmemek ama bir şekilde düşünce de kolay ve en az zararla kurtulmak insanlığın bu durumdaki hedefi olmalıdır.
İnsan hayatında sürekli ve mükemmel bir bütünlük gerçekleşmediği gibi anomileşmenin getirdiği çok uzun süreli derin kopuşlarda azdır. İnsanlar yaradılışları icabı genelde birbirlerine muhtaç olduklarını kabul ettikleri için bütünlüğe yatkın, kopuştan uzak olmaya elverişli yapıdadırlar. Bu nedenle toplumsal normları, kuralları, ilkeleri ve işleyişi belirlerken, düzenlerken ve yenilerken yaşamın realitelerinden hareketle, ilkelerden ve kurallardan önce “insan”ın geldiğini bilerek ve kabul ederek oluşturmak ve uygulamak, insan hayatında daha uzun süreli bütünlükler ve daha seyrek kopukluklar sağlayabilir. Böylece, belki bir ölçüde kişisel ve kitlesel anomileşmenin önüne geçilebilir.