İçinde yaşadığımız coğrafya dahil İslam Dünyasının kahir ekseriyetinde bir şiddet, bir çatışma, bir terör operasyonu sorunu var. İslam Dünyası şiddetin dili dışında bir çözüm aramayı uzun zamandır unuttu.
Hepsinin kendine göre önemli nedenleri var elbette. Kiminde terörize yöntemler kullanan muhalif kesimlerin varlığı, kiminde ülkenin düşmanlarıyla işbirliği yapan hainlerin varlığı iddiaları var. Kimi daha büyük hedefler peşinde ve büyük devlet olmanın bir raconu olarak düşmanlarına karşı olan savunma hattını ülkesinin topraklarının dışında çatışmayı karşılayarak veyahut hücumu oradan başlatarak mücadelesini veriyor.
İleri sürülen gerekçelerin bir kısmının elbette karşılığı var. Ancak öldürme dışında, güvenlik politikaları dışında bir çözüm arayışı neredeyse kalmadı.
İçinde yaşadığımız coğrafya dahil İslam Dünyasının kahir ekseriyetinde bir şiddet, bir çatışma, bir terör operasyonu sorunu var. İslam Dünyası şiddetin dili dışında bir çözüm aramayı uzun zamandır unuttu.
Hepsinin kendine göre önemli nedenleri var elbette. Kiminde terörize yöntemler kullanan muhalif kesimlerin varlığı, kiminde ülkenin düşmanlarıyla işbirliği yapan hainlerin varlığı iddiaları var. Kimi daha büyük hedefler peşinde ve büyük devlet olmanın bir raconu olarak düşmanlarına karşı olan savunma hattını ülkesinin topraklarının dışında çatışmayı karşılayarak veyahut hücumu oradan başlatarak mücadelesini veriyor.
İleri sürülen gerekçelerin bir kısmının elbette karşılığı var. Ancak öldürme dışında, güvenlik politikaları dışında bir çözüm arayışı neredeyse kalmadı.
Bu politikaların neticesinde öldürülen her on Müslüman halkın 8,4’ünün katili yine aynı inancı taşıyanlar.
Ülkesinin dışına kaçmak zorunda kalan milyonlarca göçmeni, ya da ülke içinde toprağını, evini terk edip başka şehirlere gitmek zorunda kalan milyonlarca iç göçmeni buna zorlayan şartların sahibi yine Müslümanım iddiasında olan bu coğrafyanın müntesipleri.
Bütün bu faaliyetler olurken harap olan şehirler, harap olmuş ekinler, parçalanmış bedenler var ve ümmetin yüzlerce milyar doları, ümmetin serveti heba ediliyor. Birbirlerini tehdit olarak gören ümmetin bileşenleri savunma sanayilerine milyarlarca dolar harcamaktan çekinmiyorlar. Çünkü beka sorunu yaşadıklarını düşünüyorlar ve bu paraları gönül rahatlığıyla harcayabiliyorlar.
Sadece Suudi Arabistan Mayıs 2017’de Trump’ın ziyaretinde 110 milyar doları o yıl olmak üzere on yıl için 380 milyar dolarlık silah anlaşması yaptı ve bunun neredeyse tamamını düşman gördüğü İran tehdidi ve Yemen’deki saldırı operasyonlarında kullanıyor. Sadece bu bir ülkenin harcamaları. İslam Dünyasının önemli bir bölümünün bu durumda olduğunu biliyoruz.
İslam Dünyasının ekonomik serveti böylece bu coğrafyadan batıya akıp gidiyor.Şöyle bir karşılaştırma yaparsak durumun vehameti daha iyi anlaşılır.
Türkiye’nin yaklaşık dört milyon Suriyeli mülteci için yıllardır harcadığı paranın otuz milyar doların biraz üzerinde olduğu düşünüldüğünde rakamların ne kadar korkunç olduğu daha rahat görülebilecektir.
Oysa Ege ve Akdeniz’de, İslam Dünyası coğrafyasından kaçıp batıya sığınmaya çalışan ve bu uğurda hayatını kaybedenlerin, ailesi parçalananların, toplama kamplarında onursuzca yaşama mecbur edilenlerin sorunları bu ekonomik rakamların onda biri ile bile çok rahatlıkla çözülebilirdi.
Ülkelerin kendilerini haklı gördükleri gerekçelerine girmek istemiyorum. (Sadece yine Suudi Arabistan örneğini vereyim; Sadece petrol ihracı yapabilen ve servetini bununla sağlayan ülkenin en önemli müşterileri, Çin, Hindistan, Japonya vb. yani Asya Pasifik ülkeleri. Petrol denizden tankerlerle Basra Körfezinden Hürmüz boğazını kullanarak ya da Kızıldeniz’den Babu’l-Mendeb boğazından ihraç ediliyor. Süveyş kanalını kullanmak isterse on binlerce km fazla yol ve onlarca fazla gün artı zaman lazım. Bugün her iki boğazda İran ve onun kontrolündeki güçlerin tehdidinde. Suud’da bu tehdide karşılık Husi’ler ile savaş adı altında Yemeni yakıp yıkıyor.)
İran Direniş Ekseni adı altında savunmasını İran coğrafyası dışında Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de başlattığını iddia ederek bu coğrafyada savaşı yürütüyor.
Türkiye yine savunmasını Irak’ta ve Suriye’de operasyon yaparak başlatıyor.
Bu yöntemi daha önce George W. Bush başkanlığı döneminde Amerika Birleşik Devletleri de savunmasını Afganistan, Irak’ta başlatarak formule etmişti. Daha doğrusu bu coğrafyaları yerle bir etmişti ve etmeye devam ediyor.
Özelde Türkiye’de yaşanan hendek siyaseti, FETÖ vb. terörize hareketler ülkede önemli hassasiyetler geliştirdi. Ulusalcı Kemalist akım canlandırılıp elde edilen insan hakları ve özgürlükler ile ilgili kazanımlar tehdit olarak görülmeye ve buradan geri dönülmeye başlandı. Bu otoriter bir anlayışı, güvenlikçi politikaları öne çıkarttı.
Bir çok meselede toplumun bir kesimi şeytanlaştırılıyor ve sorunların önemli bir kısmına milli bekâ gözlüğüyle bakılıyor.
90’lardan sonra Kissenger’in; “İslam’ı İslam ile çatıştırması” projesi onları şaşırtacak seviyede başarılı. Bu kaotik ortamda Müslümanların önemli bir kısmının aklına düşman olarak ABD, İngiltere, İsrail ve AB gelmiyor. Sorunları sadece birbirlerinden görüyorlar.
Bütün bu bahsi geçenler; yıkılan şehirlerin, parçalanmış bedenlerin, kaybolan servetlerin ve yok edilen umutların kıyamet gününde bir meşruiyet kaynağı olabilecek mi? Allahu Teala bu sebepleri meşru olarak kabul edecek mi?
Savaş ve güvenlikçi politikalar dışında bir diplomasi yolu kapalı mı?
Elbette ki böyle bir dil mümkün
Hz. Peygamber (sav) döneminde¸ ana merkez Medine’de Yahudiler bulunmaktadır. Efendimiz (sav) Necran Hristiyanları ile diplomasi metoduyla çatışmadan sorunu çözmüştür: “Artık sana gelen bunca ilimden sonra¸ onun hakkında seninle ‘çekişip tartışmaya girerlerse’ de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı¸ kadınlarımızı ve kadınlarınızı¸ kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim”
Ancak Necrânlılar¸ bu teklifi kabul edemediler ve onun yerine haraç ödemeyi kabul ettiler. Karşılığında Hz. Peygamber (sav) ibadet ve inanç hürriyetlerini¸ can¸ mal ve onurlarını yasal güvence altına alan bir mektup verdi.
Yine Batı dünyası yüz yıl boyunca savaşmış, özellikle 1618-1648 Otuz Yıl Savaşlarında nüfusun yüzde kırka yakınını kaybetmiştir. Bunun üzerine bugün geldiği birliğe ulaşmıştır. Yoksa birbirlerinin çok da kaşına, gözüne hayran değiller.
Yine Medine’de yüzde 15 Müslüman oranına rağmen Efendimiz, uzun süre savaşan Evs ve Hazrec’i sonra Mekke’den hicret eden Müslümanlar ile Medine’deki bu topluluğu kardeş ilan etmişti. Bu başarılı adımdan sonra oradaki müşrikler ile anlaşma yapmış ve başarılı Medine Sözleşmesi sayesinde Müslümanlar kabile halinden tüm dünyaya alternatif bir yapı haline gelebilmişlerdi. Gelinen bu noktada İttihad-ı İslam derdini taşımayanların, ehli kıble müntesipleriyle çatışma dili dışında bir yol aramayanların hesaplarının ağırlığı ortada. Bu üçüncü dili bulmaya çalışmak zorundayız.
Kaynak: ozgunirade.com