Kuşkusuz her tarihsel olayın iç ve dış sebepleri vardır. Suriye’de başından beri yaşananlar da bundan istisna değildir. Karşılaştığımız sorunların bir kısmı dünya sisteminin etkin emperyalist ülkelerinin güttükleri politikalarla, diğer bir kısmı ise tarihten devraldığımız olumsuz mirasla ilgilidir.
İslam dünyasında kendi kaderine sahip çıkma ve sorunlarını çözmek konusunda büyük bir özgüvensizlik var. Bu son üç yüz yıldır yaşanan yenilgi psikolojisi ile ilgili bir sonuçtur. Dolayısıyla ortaya çıkan sorunları çözme konusundaki başarısızlık, olayları sürekli dış faktörlerle açıklamayı normalleştirmiştir. Oysa bu durum, kendine güveni ortadan kaldırdığı gibi, dış güçlere olaya müdahale için bir imkan oluşturmaktadır. Kendi gücüne güvensizlik, İslam ülkelerini, güçlü ülkelerle anlaşma yapmaya zorlamıştır. Görece güçsüz ülkeler, güçlü ülkelerin çıkar çatışmalarının aracına dönüşmüştür. Bu noktada üretilen yaklaşımlar sorunların çözümüne katkıda bulunmadığı gibi, yeni sorunlara da kaynaklık etmiştir.
Esed'ın durumu bütün iktidar sahipleri için uyarıcı olmalı. Kudretli iken adaletin izini sürmek, hak ve hukuka riayet etmek, onurlu bir sona götürür insanı. Bütün bunlar ortada dururken, iktidar sahiplerinin kötülükte ısrar etmeleri anlaşılır değildir.
Suriye'yi, Türkiye'deki çoğu insanın Terör örgütü olarak gördüğü bir yapı yönetecek. Bu durum tarihsel koşullar değiştiğinde örgütler hakkındaki değerlendirmelerin de değiştiğini göstermektedir. ABD’nin terör örgütü olarak tanımladığı bir yapı olan Taliban’ı gelişen süreçte Afganistan’ın meşru yönetimi olarak tanımladığını gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Öyle görülüyor ki, terör örgütü olmak ile meşru yönetim olmak arasındaki fark iktidarı ele geçirmekle ve uluslararası güçlerin desteğini sağlamakla ilgilidir. Bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor. Kimine göre terör örgütü sayılan bir yapının, kimine göre özgürlük savaşçıları olarak tanımlandığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Gelinen nokta Suriye'de bütün siyasi aktörlerin müzakere ile katılacağı adil bir sistem kurmak gerektiğine işaret etmektedir.
Gelişmeler, sürekli Esed eksenli açıklamalar yapan Türkiye'deki muhalefetin olaylara ne kadar sığ bir siyasal akıl ile yaklaştığını gösteriyor. Eğer Türkiye muhalefetin iddia ettiği gibi salt Esed eksenli bir siyaset gütseydi şu an denklem dışı kalmıştı. Mevcut siyasal iktidardan daha ufuk açıcı bir perspektife sahip olmayan bir muhalefet Türkiye için talihsizliktir. Kuşkusuz bu bakışın alt yapısını her ne olursa olsun Suriye’de Esed’in muhatap alınması gereken bir aktör olduğu tezine dayanıyordu. Bu yorumu yapanlar Esed’in bu kadar kolay teslim olacağının analizini doğru yapamamış olduğunu gösteriyor.
Suriye'de olanların diğer Arap rejimleri ve İran'daki etkileri ne olacak, sorusu da önemlidir. İlk olarak görünen o ki, bölgenin önemli aktörlerinden olan İran ve Rusya’nın Suriye siyasetinin çöktüğüdür. Türkiye’nin ise şu an için desteklediği güçler iktidarı ele geçirmiş görülüyor. Kuşkusuz bölge yeni gelişmelere gebe görülüyor. Bu yüzden erken yapılacak olan açıklamaları yalanlayacak veya zayıflatacak gelişmeler de ortaya çıkabilir.
Esad gibi, bütün alt kültürleri baskı altına alan bir azınlık diktatörlüğünü savunmak ilkesel açıdan sorunludur. Her yeni durum risklidir kuşkusuz. Beklenen çoğulcu, adil, bütün grupların katılımı ile oluşan bir yönetimdir. Böyle bir yönetim için, bölgede bir hayli etkin olan, milliyetçiliğin dar kalıplarından uzaklaşmak gerekir. Çünkü bölge BAAS modelinden, milliyetçilik ideolojisini temel alan ulus devlet yapılanmalarından, askeri ve yarı askeri otoriter rejimlerden çok çekti. Bölgenin kurtuluşu, Hz. Peygamberin en önemli sünneti olan "Medine Vesikası" modelinin temel felsefesini referans alarak kurulacak siyasi modeldir.
Aslında temeldeki sorun, bölgeye Batı'dan ithal edilen milliyetçiliğe dayalı ulus devletlerdir. Ulus devletler, doğası gereği çoğulcu bir yapıya sahip olan İslam dünyasında siyasal bir sorun alanıdır. Öte yandan ulus devletlerin temel ideolojisi olan milliyetçilik, farklı etnisitelerin barış içinde bir arada, yaşamasına elverişli değildir. Milliyetçilik, bir devlet ideolojisi olduğunda çok daha, sorunlu, baskıcı ve ötekileştirici olabilmektedir. Milliyetçiliğin diğer önemli bir yönü de kolaylıkla şiddete evirilen yapısıdır. Devlet gücünü arkasına aldığında, milliyetçilik, şiddet üretmeye yatkındır.
Krizin önemli bir bölümü de İslam tarihinde Emevilerle başlayan siyasal kırılmaya dayanmaktadır. Bu dönemde Nebevi modelden büyük ölçüde uzaklaşılmış, merkeziyetçi, otoriter bir siyasal örgütlenmeye gidilmiştir. Bu örgütlenmenin dayandığı siyasal anlayış bugün hala siyasal zihniyeti belirlemektedir.
Öte yandan yaşananlar bir medeniyet krizine de işaret etmektedir. "Acilen yeryüzündeki bütün medeniyetlerin bir arada eşit bir şekilde ve barış içinde varlıklarını sürdürmesine imkân sağlayacak yeni bir dünya düzenine ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak böyle bir dünya düzeninin kurułabilmesinin temel şartı medeniyetlerin birbirlerinin varlık hakkını kabul etmeleridir. Bu konuda medeniyetlerin ikiye ayrıldıklarını görmekteyiz. Açık medeniyet adını verdiklerimiz başka medeniyetlerin varlık hakkını kabul etmekte ve kendilerini yeryüzündeki yegâne medeniyet olarak görmemektedir. Buna karşılık kapalı medeniyet adını verdiklerimiz ise kendilerini dünyadaki yegane medeniyet olarak görmekte ve diğer medeniyetleri yok etmeye çalışmaktadırlar..." (Recep Şentürk; Açık Medeniyet, İz Yayıncılık)
Medine Vesikası tecrübesi, İslam’ın açık medeniyet olarak tanımlanmasına imkan vermektedir. İslam toplumları bu tarihsel mirası güncelleyerek yeni bir yönetim modelinin önünü açmalıdır.