Temmuz-2016 ayının son günlerinde tutuklandım. İlk günlerde dışarıdan ve kütüphaneden getirttiğim kitapları okuyarak vakit geçiriyordum. Gel gör ki, birden kitap yasağı koydular ve bu sekiz ay sürdü. Bunu hemen hemen her hafta beni ziyaret eden CHP’li vekillere, özellikle Utku Çakıröezer’e söylemiş, o da Cumhuriyet Gazetesine konuşmuş, onlar da bunu küçük bir haber yapmıştı. Bu haberi okuyan bir Marxist, bana Maltepe’den iki kitap yolladı, elime yasak kalktıktan sonra ulaştı. Okuyabileceğimiz iki şey vardı, biri Diyanet’in takvimi, diğeri Diyanet’in Kur’an Meali. Valla Kuşayri, Kelebazi, Nesefi, Hucviri ve Gazali’nin kitaplarının da yasaklanacağı aklımın ucundan geçmezdi. Demek ki insanın aklından geçmeyen başına gelirmiş.
Son yıllarda Türkiye’de diğerleri gibi sosyal bilimler penceresinden bakmaya ilahiyatçıların da hevesle başladıklarını ve bir bölümünün sosyal bilimlerin –aslında sosyal bilim insanlarının her birinin kendi kuramına göre geliştirdikleri- verileri nass hükmünde kabul ettiklerini müşahede ediyoruz. Bilhassa antropoloji öne çıkmaktadır.
Bugüne kadar bu konu üzerinde yeterince durmuş değiliz. Belki artık bu meseleyi de teşrih masasına yatırmanın zamanı gelmiştir.
Belki önce “ilahiyat”tan başlamak gerekir. Kanaatime göre, “ilahiyat”ın kendisi sorunludur, çünkü İslam nokta-i nazarından bakıldığında, bir Müslüman batılı anlamda ilahiyatçı olamaz.
Yaygın teolojik manasıyla ilahiyatın bizim düşünce (kelam) tarihinde bir karşılığı yoktur. Hıristiyan dünyada Tanrı’nın tabiatı üzerinde çıkan tartışmada “İsa tanrı mı, tanrının oğlu mu, yoksa Tanrı’dan haber getiren beşer bir peygamber mi?” soruları etrafında doğan tartışma teolojiyi ortaya çıkarmıştır. Müslüman filozofların Yunan felsefesiyle bağlantılı olarak ele aldıkları konulara “ilahiyat” demesi İslam akaidi bakımından bir mahzur teşkil etmez ama bu terimin asli manası ve tarihte takip ettiği maceradan farklı bir anlam dünyasına sahiptir.
Bu durumda ilahiyatı ve ilahiyatçıyı hangi anlam çerçevesinde kullandığımız önemli, Hıristiyanî manada ilahiyatın/teolojinin bizde meşru ve akli bir temeli olmamasının anlaşılır sebebi Kelam’ın Zat üzerinde tartışmayı konu dışında bırakmış olmasıdır. Bu, neredeyse bütün İslami mezheplerin üzerinde ittifakı, icmaıdır. Belki İslamiyet ile Hıristiyan teolojisi ve diğer teolojik doktrin ve inanışların tümünden farklı olarak şu cümle öne çıkar:
Zat’ta tenzih, sıfatlarda teşbih esastır.
Bu son derece önemlidir. Allah’ın Zatı dışında isimleri, sıfatları ve filleri üzerinde düşünülür, tefekkür edilir, bilgi toplanır ve varlık bununla izah edilir. Mevcudat Vücud olamayacağına göre, Vücud’tan mevcudata yol takip etmek teoloji, mevcudattan Vücud’a hareket Kelam ve hikmete dayalı felsefedir. Spekülatif bir zattan hareketle varlık, bilgi ve diğer konuları üzerinde sağlıklı bir bilgiye varılamayacağını Hıristiyan teolojisi tanıklık eder. Buna mukabil isimlerin veya isim-sıfatların açılımı olan varlıktan Zat’a gidilmesi zihni temelsiz polemik ve spekülasyonlardan uzakta tutar. Yol gösterici ilke Halık’ın halık, mahlukun mahluk olup aralarında bir mahiyet birliğinin farzedilmemesidir. Halık ile mahluk arasında mahiyet birliği yok ama ilişki var, belki de Husuli bilgi ile Huzuri bilgi bu ilişkinin doğru tayininde ortaya çıkar.
Müslüman dünyanın su ve hava kadar muhtaç olduğu şey felsefeyi hikmete irca etmenin ve Kelam konularını akıl ve fiziki gerçeklik temelinde ele almanın yegane yöntemi bu temel yaklaşımla doğrudan ilgilidir.
Bu konulara pek bigane olan ilahiyat fakültelerine baktığımız zaman üç durumla karşılaşıyoruz:
1)İlahiyatçıların dili, dinin dili değil seküler bir dildir. Söz konusu seküler dili büyük ölçüde batıda gelişen sosyal bilimlerden ve zaman zaman akaid ve kelamı teolojiyle ilişkilendirmelerinden kaynaklanmaktadır. İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak eşya ve olayları dille isimlendirir, her isimlendirme bir tanımlama ve aynı zamanda temellüktür. Başka paradigmalara ve sorun alanlarına göre kurulmuş bir dili, size özgü olay ve olguları açıklamak üzere kullanmaya kalkıştığınızda, size ait her şeyi ödünç aldığınız dilin sahiplerine devretmiş olursunuz.
2) İlahiyatçıların ve önemli ölçüde müslüman düşünürlerin zihninde geleneksel bilgi üretim tarzı olan ve büyük ölçüde kurucu imamlar tarafından temeli atılıp sonra tarih içinde geliştirilen fıkıh ve kelam usulünün yerini bilimsel veya akademik yöntem almış bulunmaktadır. akademik yöntem, sorunlu bir yöntemdir ve bizi doğru bilgiye götürmez.
Hayli işe yarar özellikleri olsa da, sonuçta mümkün olan bilgi türlerinden biridir. Şu anda modern bilimsel yöntem, kendini mümkün olan tek yöntem olarak empoze ediyor, diğer yöntemleri inkâr edip yok sayıyor. Oysa başka bilgi türlerine de ihtiyacımız var. Müslümanların tarihte geliştirdiği usulü/yöntemi, henüz tüketmeden veya yeni sorunların anlaşılmasında kullanırken hangi zorluklarla karşılaştığımızı test etmeden bir kenara atıyoruz.
Yine de belirtmek gerekir ki akademik yöntemi bütünüyle saha dışına çıkarmak gerekmez, doğru da olmaz. İslami ilimlerle uğraşanların söz konusu yöntemi bir ölçüde rehabilite edebilme imkanları varken buna yeterince entelektüel cesaret gösteremiyorlar. Aksine, sosyal bilimleri adeta yeniden keşfetmenin heyecanı içinde bazı ilahiyatçılar ve İslamcı yazarlar, batıda büyük eleştirilere maruz kalan yöntemin daha çok itibarını yükseltmeye çalışıyorlar. “Canım, artık bu konu tartışılmaz –mesela evrim gibi- bilim son noktayı koymuştur” diyene rastlarsanız, bilin ki bu zat ağır bir yöntem baskısı altındadır.
(Haşiye, 1: Temmuz-2016 ayının son günlerinde tutuklandım. İlk günlerde dışarıdan ve kütüphaneden getirttiğim kitapları okuyarak vakit geçiriyordum, iyi de oluyordu. Medrese-i Yusufiye’nin iki faydası var: Biri bir muhasebe-i nefs yapma imkanı verir, diğeri bol bol kitap okursunuz. Gelgör ki, birden kitap yasağı koydular ve bu sekiz ay sürdü. Benim için kitapsız kalmak susuz-havasız kalmak gibi bir şeydi, bunu hemen hemen her hafta beni ziyaret eden CHP’li vekillere, özellikle Utku Çakıröezer’e söylemiş, o da Cumhuriyet Gazetesine konuşmuş, onlar da bunu küçük bir haber yapmıştı. Bu haberi okuyan bir Marxist, bana Maltepe’den iki kitap yolladı, elime yasak kalktıktan sonra ulaştı. Okuyabileceğimiz iki şey vardı, biri Diyanet’in takvimi, diğeri Diyanet’in Kur’an Meali. Yasak koymakla kalmadılar, 5-6 infaz memuru jandarma eşliğinde koğuşları basarak ne kadar kitap varsa topladılar. Yasaktan önce tasavvufun Mütünü’l erbaasını, Gazali’nin İhya’sını ve Said Nursi’den bazı risaleleri okuyordum, hepsini alıp götürdüler. Valla Kuşayri, Kelebazi, Nesefi, Hucviri ve Gazali’nin kitaplarının da yasaklanacağı aklımın ucundan geçmezdi. Demek ki insanın aklından geçmeyen başına gelirmiş.
Canım o kadar sıkıldı ki, düzenli namaz kılmaktan ve sure ezberlemekten başka yapacak şey yoktu, bu arada birkaç sure ezberleyebildim ama artık eskisi gibi hafızam da güçlü değildi. Allah’tan tutuklanmadan bir iki ay önce yayınlanan yedi ciltlik tefsirimi (Kur’an Dersleri) almadılar, onu da götürmek istediler, yalvardım “kalsın” dediler. Bu arada tefsiri bir daha baştan sona okuma fırsatım oldu. Kur’an ve tefsir bana iyi geldi. Aradan birkaç gün geçmişti ki bir infaz memuru –ismini kesinlikle hatırlamıyorum- bana gizlice Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ni getirebileceğini söyledi, çok sevindim, ona dua ettim. İkişer ikişer ansiklopedi cildi getirdi, 44 ciltten 26’sını okudum.
Bunu niçin yazıyorum?
Ansiklopedi genel manasıyla başarılıydı, büyük bir emek ve masrafla yapılmış. İçinde zayıf maddeler olduğu gibi iyi maddeler de var ve iyiler çoğunlukta. Özenli bir dil kullanılmış, dilin genel yapısında seküler bakış açısı ve yöntemin izlerini takip etmek mümkün. Neredeyse hiç hadislere yer verilmemiş, sadece konuyla ilgili hadis mecmualarına atıflar yapmakla yetinilmiş. Dikkatimi çeken diğer nokta Afrika’nın küçücük kabilelerini tanıtan maddeler var, “Kürt ve Kürtler” hiçbir yerde geçmiyor, aklımda yanlış kalmadıysa tek bir yerde Kürdi kelimesi girebilmiş, o da “kürdili-hicazkâr” olarak.)
Kısaca akademi dünyasının kullandığı yöntem bize bilgi verir ama tam, derinlemesine, kapsamlı bilgi vermekten uzaktır, ayrıca bu bilgi türüyle ne hüküm istinbat edilebilir ne Müslüman öznenin hangi temel motivasyonlar eşliğinde davrandığı anlaşılabilir. Temel zaaf buysa, nasıl müslüman toplumun sosyolojisi yapılabilir?
3) İlahiyatlarda seçilen bazı tez konuları, stratejik araştırma merkezlerinin işine yarayacak nitelikte, diğerleri ise verili resmi din ve siyaset görüşüne ters düşmemesine dikkat edilmektedir. Modern devlet büyük ölçüde gücünü bilimden ve üniversitelerde üretilen akademik-bilimsel bilgiden alır, bunu dolaylı yollardan öyle isti’mal eder ki, sonuçta Bacon’un dediği olur, “bilgi güce dönüşür” ve bu güçten modern ulus devlet yararlanır.
4) Akademik vasfı benimsemiş ilahiyatçı –çok azı müstesna- geleneksel ulemanın tersine kamusal alandan uzak, kendi branşıyla ilgilenen bir “bilim insanı veya akademisyen misyon”yla yetinmektedir. Bu bir bilim insanının kendi branşında derinleşip uzman olmasının ötesinde sosyo-politik bir konumdur. Hem akademisyen kendini gönüllü olarak bu alana konumlandırır hem modern ulus devlet istese de istemese de ona bu konumu verir, bizim gibi ülkelerde bunun dışına çıkan akademisyen olursa, hemen akademinin dışına atılır. Her periyodik darbe döneminde yüzlerce ve binlerce akademisyenin başına gelen budur. Son ve en kabarık örneği 15 Temmuz darbe teşebbüsü dolayısıyla atılan KHK’lardır.
Belki ilahiyatçıların akademik yöntemi benimsemiş olmalarının bir sebebi, onların kendilerini birer akademisyen, salt bilim insanı görmelerine de yol açar. Bu da ilahiyatçıyı artık Müslüman toplumun geleneksel uleması değil, “aydın”ı kılar, aydın modern bir profildir. Söz konusu profili ve konumuyla ilahiyatçı aydın, halka ve geleneğe ait değil –zaten halk da dediklerinden bir şey anlamıyor-, Aydınlanmanın temel varsayımlarından hareketle ulus devletin taşıyıcı ve emredici araçlarını arkasına alarak toplumu “aydınlatma”ya çalışır.
Sosyoloji yapacaksak, hakim sosyal bilimlerden bir parça ümmi olmak iyi gelebilir. Bu ümmilik, halkın ümmiliği değil, aydınların ve akademisyenlerin zihinlerini arındırma işlemidir.
Ümmi nedir? Basit tanımıyla okuma yazma bilmeyen kişidir. Peki, aydınlarımız okuma yazma biliyor mu? Hayır, bilmiyor; ne Osmanlıca, ne Farsça ne de Arapça bilmiyor. Osmanlıca bilmiyorsanız, Osmanlı toplumu, Farsça bilmiyorsanız Selçuklu, Arapça bilmiyorsanız İslam dünyası ve İslam tefekkürü hakkında doğru dürüst konuşamazsınız.
Eskisine göre bir ilerleme var, eskiden bir haftalık dergi kapağına şunu koyabiliyordu: “Bu sene Hac, Kurban Bayramı’na rastladı” veya bir başka gazete dağıttığı promosyon tabloda Allah lafzının altına şöyle bir not düşmüştü: “Bu, Osmanlıların ünlü hattatı Lafzı Celal ismindeki ‘hattatın’ en önemli eseridir.” “Pir-i fani”yi “pire” okuyup “Şeriat öyle mantıksız bir şey ki, bir kadını pire ile evlendirmeye kalkışıyor” diye yazan çıkıyordu (İlhan Arsel).
Şimdi artık bu komik hatalar yapılmıyor. Akademik yöntem ve seküler dile fazlasıyla hayranlık duyan yeni ilahiyatçı kuşağı, bu türden bilgi hataları yapmaz, Lakin kent, köy, hukuk, iktisat, beden vb. kompartımanlara “din sosyolojisi” diye bir kompartıman eklemekte sakınca görmez. Yöntem ve dil sosyal bilimleri nas mevkiine çıkaran ilahiyatçılar veya müslüman yazarlar Turan Dursun, İlhan Arsel veya Servet Tanilli’nin gülünç argümanlarla itibardan düşürmeye çalıştığı İslam dinini, İslam tefekkürünü kendileri itibardan düşürme misyonunu üstlenmeye başlamış bulunuyorlar.
Bir bölümü bunu bilinçli olarak yapar, bir bölümü ise yöntemin ve dilin kurbanıdırlar. Kasıt veya kusur, ikisi de aynı kapıya çıkar.
Kaynak: Farklı Bakış