Kara haberler gelir, ansızın, derin bir sızı gibi saplanır yüreğinize…
İşte öyle bir Kasım akşamı Üstadımızın vuslat haberi de geldi ve dağladı bağrımızı…
Bir an yetimliğime bir yetimlik daha eklendi sanki elim ayağım, ruhum boşaldı, derin bir öksüzlüğün kıyısından oğluma sarılıp ağladım sanki…
Çarnaçar haberlere baktım doğru mu diye… Oysa bütün ağlar kuşatılmıştı, oluk oluk akıyordu kara haberler gibi ölüm muştusu…
Kış gelir, soğuk rüzgârlar eser, fırtınalar savurur tozu toprağı, börtü böceği, düşen sararan yaprakları. Biz üşürüz. Ama bu sefer başka türlü üşüdük, bu sefer ki üşümek damarlarımızdaki kanı, içimizdeki nefesi, ilhamı, rüyayı, aşkı, duayı, sırlanmayı, varlık neşesini, yokluğun derin yalnızlığını ve dahi içimize çöreklenmiş o güzel sevdayı üşüttü…
Üstat gidiyordu ve biz öyle çarnaçar toplanmış, kalabalıklar olmuş, çoluk çocuk her yaştan Şehzadebaşı’nda toplanmış ağlıyorduk.
Ağlıyorduk işte sicim gibi değil ama ipil ipil akan yaşlar akıyordu içli sıcak içimizden ve dışımızdan.
Bir mikrofon uzatılıyor bana kalabalığın içinden, dayandığım Şehzadebaşı Camii’nin duvarına tutunuyorum, ruhum derin bir yoklukta teselli aramak ister gibi, salalar okunuyor içli, yanık. Hep salalar ağlatır beni, bu sala başka daha bir yanık ve hüzünlü ve ağlıyorum.
- Neyiniz oluyor? Diye soruyor, işini iyi yapmaya çalışan, uzun siyah saçlarını arkaya atarak mikrofonu bana uzatan genç kız. Avını yakalamış bir avcı gibi, işte buradan bir iş çıkar der gibi bir parıltı var gözlerinde… Haberlere iyi bir malzeme bulmanın kıvancı taze yüzünün telaşını biraz rahatlatıyor ve tekrarlıyor:
- Neyiniz olurdu?
- Öyle ya insan yakınına ağlar, gözyaşını akıtır. Hüzünlenir.
Sesim çıkıyor mu bilmiyorum, kendimi zorluyorum sessiz ağlarken… Sonra tane tane anlatıyorum içimden geldiği gibi yüreğimden acının ve hüznün iklimlerinden
kelimelerimi damıtarak:
- Benim mi, o bizim her şeyimizdi, bizim şairimizdi, büyüğümüzdü, üstadımızdı. Bu toprakların, bu garip öksüz coğrafyanın şairiydi o Kudüs’ün, Şam’ın, Bağdat’ın şairi o bizim şairimizdi. O bu zamanın Yunus’u, Mevlana’sıydı. Asırlarca okunacak onun eserleri, aynı göğü paylaşmanın, aynı topraklara adım atmanın, aynı zaman diliminde yaşamının onuruyla avunduk. Şimdi onu çocuklarımız, torunlarımız okuyacak ve diriliş muştusu bu topraklarda hep taze kalacak…
Tüm sözcükler yarım, tüm kelimeler eksik, anlamlar tamamlanmamıştır oysa. Şimdi acımız çok taze, bu yazıyı da içimden geldiğince ama zorlukla yazıyorum.
“Yerleşecek yer aramak
Camiinin avlusunda
Soğuk bir taşa oturmak
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda” diyerek, yolculadığımız Üstadımız… O bize neler neler bıraktı oysa…
“İslam bir sevinçti kaplardı içimizi” dediği dizelerine sığındık…
İzleğini sürdüğü Mehmet Akif’ten, Necip Fazıl’dan bayrak yarışını bu günlere taşıyarak, hamasete kapılmadan, hep geleceğe dönük, ileriye bakarak anlattı bize gül medeniyetini. Gül Muştusu ’nu, Yitik Cenneti, Mavera’ yı…
Gün Doğmadan yola çıkmamız gerektiğinden bahsetti, Doğunun Yedinci Oğlu gibi direnmeyi anlattı dizelerinde. Samanyolundan yıldızları dizdi önümüze, kararan göğümüze.
“Ey Yeşil Sarıklı Ulu Hocalar” diye seslendi ama o bize Mehmet Görmez hocanın cenazede söylediği gibi, o yeşil sarıklı ulu hocaların anlatamadıklarını anlattı, bizi keşfetti, yaralarımıza merhem oldu, yaralarımıza devalar, dermansız dertlerimize şifalar gösterdi…
“Ben her taşı beş yüz yıl önce konmuş,
Bir camiye tutunarak
buluyorum kendimi,
Bir yağmadan böyle kurtarıyorum kendimi” diyerek sığındığı Şehzadebaşı Camii’nde o yağmadan kurtulmuştu artık. Huzur makamına yolcu olduğunda bize üşümek düştü, bize öksüzlük ve yetimlik düştü. Kelimelerimiz, şiirlerimiz ve dahi dualarımız artık öksüz kalmıştı…
“Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum
Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın
Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum”
Üstat bu dünyadan geçerken yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşadı. Dünyaya dönüp bakmadı dünyalı bir nazar ile… O hep ötelere ait yaşadı.
Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine yolcu olduğunda anlamlı dizeler bıraktı:
“En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili”
Vuslatı mübarek olsun, kelimelerin, cümlelerin yetmediği zamanlarda bu yazıyı yazmak da kolay olmadı. Rahmet diliyorum, ümmetin başı sağolsun. Sabırlar yağdırsın Mevla’m bizlere..
Sonbahardı yine böyle, Osman Bayraktar abimiz ve Mihriban İ.Karatepe ile , Ali Haydar Haksal hocamızın proğramının arkasından, Derin Han’a gitmiştik üstadımızı ziyarete…Dünya gözüyle ilk ve son görüşümdü. “Bizim genç kuşak öykü,hikaye yazarlarımız” diye tanıtmıştı Osman hocam bizleri…
Karşılıklı uzun uzun susmuştuk,oysa içimizde uzun derin konuşmaların yankısı. Bir daha ziyaret etme cesareti bulamadım kendimde.
Üstat bizi yetiştiren, bize yollar açan, çok çok borcumuz var ona ödeyemeyiz.Yine bir sonbaharda kavuştu Mabud’una.
Ne desem ne yazsam az biliyorum yüreğim yanıyor ve iflah olmaz bir yetimlik içimde ah ki ah…
“Âşıklar ölmez” demiş Yunus, onun bıraktığı her bir kelime her bir söz bize emanettir, bizim için değerlidir, babamızdır O, dedemizdir, büyüğümüzdür… Her bir sözünü mihmandar eyleyeceğiz, düşüncelerini ve diriliş ruhunu diri tutmaya çalışacağız gücümüz yettiğince, elimizden geldiğince… Dua ve selam ile üstadımıza… Menzili mübarek olsun, rahmet olsun.
Kaynak: Mikat Gazetesi