Felsefe deyince kimilerinin aklına Platon ya da Aristo ile başlayan düşünce geleneği gelir.
Bunlar kutsal metinlerin, Tevrat’ın, İncil’in, Kuran’ın dilini müteşabih/ikonografik bulurlar, felsefe kokusu almazlar.
Koku diyorum işte. Diyeceksiniz ki “Koku ile düşüncenin ne ilgisi var?” Ama aslında söylemek istediğim tam da bu, bu tür bir yakınlık.
Gün ola belki kokunun da matematik dökümleri yapıldığında, ne demek istediğim belki daha iyi anlaşılacak ama şimdi sadece ferasetinize sığınıyorum söyleyeceklerimi anlatabilmek, şiirsel düşünceden bahsedebilmek için.
Şiirsel düşünce, paradokslarla, alegorilerle, mecazlarla ilerleyen bir düşünce biçimi; sanatın ve duyguların dile sirayeti.
Bir resme baktığımızda bizi rahatsız eden bir eksiklik veya fazlalıkla yahut da hoşnutluk duyduğumuzda veya bir müziği dinlediğimizde tınılardaki bir akışla sarsıldığımız ya da rahatsız olduğumuzda bize bunları duyuran o anlatılamazlık.
Ama bilirim ki aynı şey başkaları tarafından da hissedilmekte/düşünülmekte; işte o zaman anlatmak/anlaşmak da kolaylaşmakta.
Ama denilecek, herkes aynı duyguları hissedemeyebilir, bu bir matematik ya da fizik değil! Doğru ama tüm fizik ve matematik anlatıları da herkes tarafından anlaşılamayabilir.
Yeri geldiğinde bunların da hakkında kuşkular ya da fikir ayrılıkları ortaya çıkabilir ve hatta onca zaman doğruluklarına inanılan bilimsel buluşlar bile gün olur yanlışlanabilir.
Aristocu ve hatta Newtoncu bilim de sarsılmadı mı? Einsteincı evren bile tartışılmakta değil mi?
Kaldı ki resmin ve renklerin, ritmin ve akışın da bir matematiği vardır. Hem neden ölçütümüz matematik olsun ki?
Neden haz, beğeni, hoşlanma veya duygulanmanın da hakikati, doğruluk ölçütleri, “fikir ve duyguların da bir kimyası” 1 olmasın ki?
Ve neden bir düşüncenin, denklemin, fiziksel yasanın da şiirselliği, müzikselliği, sözgelimi ritmi, rengi ya da kokusu olmasın?
Nitekim Walter Benjamin, felsefenin babası sayılan ama şairleri ideal sitesinden kovan Platon’un aslında iyi bir şair olduğunu belirtir.
Benjamin’e göre hakikat, “peçenin sırrı yok edecek bir biçimde açılması değil, bilakis sırra hak ettiği değeri veren bir vahiydir.” 2
Hakikati/vahyi dünyevi pratiklere dönüştüren ise hikmettir; yani uygulamadır, yaşamsallıktır. Benjamin, Kafka‘nın da buna muttali olduğunu söyler:
Kafka bu durumla karşılaşan ilk kişi değildi. Birçoğu, hakikate ya da belirli bir dönemde hakikat olarak gördükleri şey her neyse ona sıkı sıkıya sarılarak ve az çok gönülsüz bir şekilde aktarılabilirliğinden feragat ederek kendisini ona uydurmuştu. Kafka’nın gerçek dehası, bütünüyle yeni bir şey denemiş olmasıydı: o, aktarılabilirliğe sıkı sıkıya sadık kalma uğruna hakikati feda etti. 3
Çoğumuz da hayat içerisinde aynı açmazlarla karşılaşmış ve bir tercihte bulunmuşuzdur.
Yürüdüğümüz yol işte bu tercihlerin sonunda giderek daralan veya genişleyen bir güzergâh haline gelmiş olabilir ama şimdi pişman olsak da bizi buna zorlayan makul gerekçelere de sahibizdir.
Kafka’nın güzergâhı farklı olsa da sonuçta o da kendince bir üslubu geliştirmek, ayaklarını dünyaya indirmek için hakikatin kimi yönlerinden sarfı nazar etmekte zorlanmıştır.
Burada aleni bir doğruluk standardı da yok maalesef. Geriye kalan ise sadece anlatılar ve beğeniler.
Veya açacağımız peçenin altındaki o gerçeklikle yüzleşme cesaretimizdir ki cesaretin de bir matematiği/mantığı vardır kuşkusuz.
“Özgün bir resim eski olabilir”se de der Benjamin;
özgün bir fikir yenidir. Şimdiki zamana aittir. Bu şimdiki zaman cılız olabilir, orası tamam. Ama nasıl olursa olsun, geçmişe akıl danışmak için insanın şimdiki zamanın boynuzlarına sıkı sıkıya yapışması gerekir. Göçmüşlerin hayaletlerinin kendilerini eşiğinde göstermeleri için kanı çukura akıtılması gereken boğadır o. Geleneğe ve geçmişin yetkesine yönelen ‘düşüncenin amansız darbesi’ tam da geçmişe danışmak için kurban edildiğinde bu şimdiki zamandan doğar. 4
Anlatıları oluşturan fragman (parça)’lar olduğu gibi, resim renklerden, müzikse tınılardan oluşur; düşüncenin de kavramlardan oluşması gibi.
O nedenle Benjamin de cümledense kelimeleri önemser. Hakikati aydınlığa kavuşturan isimlendirmelerdir çünkü.
Ama bunu ileten söz, yani vahiydir. O yüzden “felsefenin babası’ Platon değil, şeylere adlarını veren ‘Âdem’dir.” 5 Onun adlandırdığı bir kavramsal coğrafyada/dünyada yaşamaktayız çünkü.
Benjamin de kendisini Kafka’ya yakın hissetmekteydi; çünkü hakkındaki “mevcut yanlış yorumlara rağmen Kafka, ‘uzgörüye ya da kâhin görüsüne’ sahip değildi, sadece geleneği dinlemişti ve ‘iyi dinleyenin gözü görmez.” 6
Kafka’ya benzerliği ise daha çok bu yöndeydi. Hayatı kadar düşünceyi de parça/fargman’lar halinde ele almaktaydı.
Aceleciliğinden -vaktinin kısalığını hissettiğinden-, yersiz yurtsuzluğundan mıydı, yoksa en güçlü olan sözün alegoriler, teşbihlerle katmanlaşmasını mı yeğlemekteydi, bilinmez.
Ama sonuçta “bu düşünüş, geçmişten koparıp etrafına toparlayabildiği ‘düşünce fragmanları’ ile çalışmaktaydı.” 7
Bu ise yer yer mitik, alegorik ve arketipsel cümlelerden oluşan ve özünde vahyin dilini anımsatan fısıltılardı.
Bir şair için olağan olsa da bu, Benjamin’in bunu tercih etmediği, bir yerden sonra yolunun çatallandığı oldukça açık.
Ama onun anlatımı yine de tıpkı Nietzsche veya Kafka gibi şiirsel bir düşünüşe dayanır ve bu yüzden “eğretilemeyi dilin en büyük armağanı olarak görür. Dilsel ‘aktarım’, görülmez olana maddi bir biçim vermemize (Tanrımız güçlü bir kaledir) dolayısıyla da onu deneyimlenebilir kılmamıza olanak sağlar.” 8
Oysa doğrudan pratiği amaçlayan diyalektik düşünce ise sanıldığının aksine kaba bir düşünme biçimidir.
Belki de asıl sorunumuz bu çizgisel ve nedensel düşünmenin bizi getirdiği mekanikliğin kabalığı ve kolaycılığıdır.
Oysa olaylar karmaşık süreçler içerisinde gerçekleşir ve burada salt geçmiş, salt şimdi değil, gelecek de işin içerisinde ve belirleyicidir. Ama bir de insan ve onun yaratıcı iradesi vardır.
Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün bellettiği gibi:
Geçmişin aşılması, dolayısıyla iyileştirici unutma, tanrısal çevrim… Ruhum, sana ‘başka zaman’ ve ‘bir zamanlar’ gibi ‘bugün’ demeyi, her ‘şurada-burada’ üstünde kendi halayını çekmeyi öğrettim… Yaratılmış ve yaratılmamış şeyler aracılığıyla sana tersine gitme özgürlüğünü verdim: olacak şeylerin hazzını senin kadar kim bilir? Seni boyun eğmekten, diz çökmekten, yaşlılıktan kurtardım; sana ‘alınyazısının dönüm noktası’ ve ‘yazgı’ adını verdim… 9
Ki burada öğretildiği söylenen o “kendi halayını çekme”, tıpkı vardığı o ulu şarda taşla toprak arasında yapılan Hacı Bayram Veli‘nin anlatısında da olduğu gibi, aslında kelimeler ve kavramlar icat etmekten, düşünmekten, tefekkürden, eleştirellikten, kendi tavrını ve edasını ortaya koymaktan başka nedir ki?
Tarihi bilmek ise “yalnızca geçmişin olaylarını yansıtmayan, aynı zamanda tarihsel bir yenilenme de yaratan tarihsel bir eylemdir… Yalnızca şimdiki zamanın en yüksek gücü açısından yorumlayabilirsiniz geçmişi.” 10
Bu yorum ise artık bir geçmişe bakış ve hatta geçmişi şimdiye çağırmak değil, geleceğin akışına da bir düzen vermektir. O zaman işte Tanrı(sal algı) da diridir.
Tanrı’yı ölü hale getiren ise ona ne bir söz ne de edim yeri ve hakkı bırakmayan dindarlığın aşırılığıdır.
Her şeyi denetimi altında tutma, belirleme; tanrısallığı, iyiliği ve kötülüğü, günahı ve hesabı, tutkuları ve vazgeçişleri, sevmeyi ve nefreti matematiğe indirgeme çabasının bu sığ ve biçimsel hesapçılığıdır.
İradeyi, yaratıcılığın aktüelliğini hiçe sayan yapısal bir kurgu, yaratıcılığın akışındaki şiiri ortadan kaldırarak onu anlaşılır kılmak için fazlalıklarından budar, dahası el altında kılmak ister.
Varoluşun bütünlüğünü sarsan bir şimdiliğe çağırma ve tâbi kılma eylemi, hayatı dondurur, Tanrı’yı bile öldürür. Bu, aynı zamanda, “şiir’ yazmak ile ‘düşünmek’ arasındaki diyalogun” 11 kopması, hayatın akışının dur(durul)ması, buna dair bir bilimin, yani Tanrı ile hayatın birliği ve dirliğinin indirgeyici bir sığlığa düşülmeksizin anlaşılmasının da imkânsızlaştırılmasıdır.
Kaynaklar:
1. Gianni Vattimo, Nietzsche ile Diyalog, Dost Y. s. 106.
2. Hannah Arendt, Karanlık Zamanlarda İnsanlar, İletişim Y. s. 237.
3. Arendt, a ge, s. 238.
4. Arendt, age, s. 242.
5. Arendt, age, s. 247.
6. Arendt, age, s. 247.
7. Arendt, age, s. 249.
8. Arendt, age, s. 203.
9. Vattimo, age. s. 41, 42.
10. Vattimo, age, s. 103, 104.
11. Vattimo, age, s. 158.
Kaynak: Farlı Bakış