Türkiye'de seküler ulusalcılar ve milliyetçiler, "ulus devlet", "üniter devlet" gibi kavramları, tıpkı Fukuyama'nın liberalizme biçtiği rol gibi tarihin kaçınılmaz finali sayıyorlar. Oysa bu ve benzeri siyasal yapılanmalar bütün zamanlar için geçerli siyasal paradigmalar değil, belli bir tarihsel duruma verilen cevaplardan ibarettir. İnsanlık geliştikçe, yeni ihtiyaçlar ortaya çıktıkça yeni siyasal paradigmalar ortaya çıkacaktır. Türkiye'deki seküler ulusalcı, milliyetçi ve muhafazakar siyasal elitler, tarihin ulus devlet ya da üniter devlette sona erdiğini sanıyorlar.Felsefi olarak üniter devlet dini ve etnik çoğulculuğa kapalıdır.
Sol /Ulusalcı/ Kemalist tarih anlatısının önemli tezlerinden biri de şudur: Türkiye'de her şey 1950 yılından itibaren bozulmaya başlandı. 1950 yılında Türkiye'de ilk iktidar değişiminin olduğu bilinmektedir. Peki, iddia edildiği gibi 1950 öncesi her şey iyi 1950 sonrasında her şey kötüleşti iddiası ne kadar gerçekçidir. Kuşkusuz dönem karşılaştırması yapılırken 1950 öncesi ve sonrasını kutsamamak gerekir. 1950 sonrası çok sayıda hatalı uygulama olmuştur. Ancak bu durum 1950 öncesi Tek Parti Döneminin iyi olduğunu göstermez.
Sağlıklı bir değerlendirme için bazı sorularını izini sürmek gerekir:
1- 27 yıllık Tek Parti dönemi iddia edildiği gibi iyi bir dönem midir? Öyle ise halkın çoğunluğu kurucusu Ebedi Şef Mustafa Kemal, Milli Şef İsmet İnönü'nün başkanı olduğu bir partiye neden destek vermedi?
2- Bu dönem ekonomik bakımdan Türkiye tarihinin en sıkıntılı, halkın yoksulluk içinde olduğu bir dönem değil mi?
3- Özellikle muhafazakar dindarlar inançlarından dolayı sıkıntılar yaşamadı mı?
4- Bu dönemde ezan yasağı ile uygulamaya konan yasakların anlamı nedir?
5- Bu ülkenin İstiklal Marşını yazan Mehmet Akif Ersoy'u Mısır'a hicrete zorlayan koşullar nelerdir?
6- 1936 yılında vefat etmesinden sonra kendisine devlet töreni yapılmamasının anlamı nedir?
7- Ali Şükrü Bey neden öldürüldü?
8- Kurtuluş Savaşının komutanları başta Kazım Karabekir olmak üzere neden vatana ihanetten yargılandı?
9- Halide edip Adıvar ve eşi Adnan Adıvar hangi eleştirilerinden dolayı yurt dışına çıkmak zorunda kaldı?
10- Tek Parti döneminde bağımsız yargı ve hukukun üstünlüğünden söz etmek mümkün mü?
11- Söz konusu dönemde din ve vicdan özgürlüğü ihlal edilmiş midir?
12- Hüseyin Avni Ulaş İstiklal Mahkemesi'nde niçin yargılandı?
Sağlıklı bir tarih anlayışı oluşturmak için bu soruları cevaplandırmak gerekiyor.
Siyasal anlamda İslam tarihindeki en büyük ve ilerideki siyasal zihniyeti derinden etkileyen kırılma Emeviler döneminde yaşandı. Muaviye ile birlikte şura, istişare, seçim ve özgür biat terk edildi. Zorla biat temelinde, merkeziyetçi bir yapı kuruldu. Alimler resmi görüşün sözcüsü olmaya zorlandı. Ebu Hanife bu zihniyete muhalif mücadelenin seçkin örneğidir.
Orta Asya'dan gelen merkeziyetçi ve otoriter yapı, Emeviler’in otoriter dini siyasetiyle kolaylıkla uyum sağladı. Tarih boyunca Müslümanların siyasal paradigmasını bu iki otoriter ve merkeziyetçi siyasal anlayışın sentezi oluşturdu.
İslam alimlerinin bir kısmı, İslam’ın ilk dönemindeki iç çatışmaların etkisiyle aşağıdan gelen fitneye karşılık yukarıdan gelen otoriteyi tercih ettiler. Bu tercihin siyasal etkisi hala aktiftir. Merkezi otoritenin dışındaki muhalif görüşlerin fitne olarak değerlendirilmesinin kökeni budur.
Karizmatik tek adamlığa dönük güçlü bir yönetim modeli Emeviler’den sonra Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılardan geçerek Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar uzandı. Tek parti dönemini oluşturanparadigma budur. Çok partili hayata geçişten sonra bile bu otoriter anlayış partilerin içine sindi.
Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kuruldu. Ulus devlet ideolojisinin alt yapısı da Emeviler’le temeli atılan merkeziyetçi otoriter senteze uygundur. Bu merkeziyetçi ve otoriter sentezin oluşturduğu zihin yapısı, bu sentezin dışında bir siyasal anlayışını kabul edemiyor. Farklı siyasal anlayışları bölücülük olarak niteliyor. İşin kötüsü Müslüman aydınların ulus devletin gücünden fazlasıyla etkilenmiş olmasıdır. Dolayısıyla siyasal anlayışın konusunda köklü bir paradigma değişimi ne ihtiyaç vardır.
Öte yandan, Sol Ulusalcı Kemalistlerin iddialarının aksine, Türkiye Cumhuriyeti Amerika ile işbirliğine Menderes Döneminden önce başlamıştır. Türkiye, Tek parti döneminin sonlarına doğru Sovyet tehdidine karşı ABD'ne yaklaşmaya başlamıştır. ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall'ın daveti üzerine hazırlanan Avrupa Telafi Programı "Marshall Planı" olarak adlandırılmaktadır. ABD Kongresi Marshall Planını 11 Eylül 1947'de onaylamıştır. Marshall yardımı önce Yunanistan ardından 12 Temmuz 1947'de de Türkiye ile anlaşması yapıldı.
Menderes dönemi ile birlikte Türkiye NATO'nun önemli bir parçası haline gelmiştir. Türkiye bu tercihi Sovyetler ve Amerika arasında yapmış ve Amerika'yı tercih etmiştir.
Gelinen noktada önümüzde bulunan sorun şudur: Farklı inanca sahip, farklı etnik aidiyetleri olan insanlar barış içinde nasıl yaşayacaklardır? Bu sorunu çözmek için ya siyasal sitemi revize edip çoğulcu bir hukuk devleti haline getireceğiz ya da insanların din ya da etnik farklılıklarını görmezden gelip baskı altına alacağız. Türkiye modernleşme süreci boyunca bunu uzun süre denedi. Devreye sokulan laiklik ve milliyetçilik var olan sorunları çözmediği gibi daha da derinleştirdi.
Hiç kuşku yok ki yeni bir paradigma ya ihtiyaç vardır. Çünkü toplum 1920,1930, 1950'lerin toplumu değildir. Siyasal sistemler bütün zamanları kapsayan statik yapılar değildir.
İslam'a göre Kur'an ve Sünnette sınırları ve biçimi kesin çizgilerle belirlenmiş bir siyasal sistem yoktur. Bunun yerine şura, istişare, seçim, müzakere, adalet gibi temel ilkeler belirlenmiştir. Bundan dolayı İslam'ın devlet modeli yoktur. İslami değerleri temel alan sistemler vardır. Daha açıkçası siyasal konular ve tabi yönetim bilimi ümmetin maslahatına bırakılmış bir meseledir. Yöneticinin hangi esaslara göre seçileceği konusunda bir yöntem olmadığı için Hz. Ebubekir, Hz. Ömer farklı yöntemler denemiştir.
Tarihteki Hilafet / saltanat ideolojisi bütün zamanlar için geçerli İslami siyaset modeli olamaz. Tarihin bir döneminde uygulanmış Sünni hilafet saltanat modeli ve Şii İmamet teorisi tarihsel modellerdir.
Sonuç olarak siyaset konusu ümmetin içtihadına bırakılmıştır. İslami değerlerin en üst düzeyde yaşandığı model tercih edilmelidir.
Muhafazakar dindarların hilafet modelini bütün zamanlar için geçerli saymaları ile Seküler/ laik/ Ulusalcıların "ulus devlet" veya "üniter devleti" bütün zamanlar için geçerli saymaları aynı zihinsel tutumun farklı görünümleridir. Anlaşılan o ki, muhafazakar dindarların olduğu kadar, seküler/ laik / ulusalcıların da içtihada ihtiyaçları var.
Gelinen noktada İslamcılar, siyasal anlamda müzakere ve çoğulculuk öne çıkaran " Medine Vesikası'nın" izini sürmelidir. Hz. Peygamberin Medine Vesikası'nı oluştururken izlediği yöntem bizim için yol gösterici olmalıdır. Medine Vesikası'nın en önemli ilkesi şudur: İnsanların hangi ilkeler etrafında bir arada yaşayabileceğini, tarafların özgür irade ile yaptıkları sözleşme belirleyecektir. Üzerinde anlaşılan hususlar herkesi bağlayacak, anlaşılamayanlar tarafların iç hukukuna devredilecektir.
Türkiye siyasal aklı, henüz sivil bir anayasa yapamamıştır. Hala askeri bir darbenin ürünü ile idare edilme utancını paylaşan insanların alacağı çok mesafe vardır.