Artık yıkıntıların altında anılarımızın, hatıralarımızın, hafızamızın yok olduğu bir feryadımız vardır.
Huzurgahlarımız sandığımız duvarlar meğer feryatlarımızın mezar taşlarıymış.
Acı ve meşakkatle gözlerimizi açtığımız dünyanın kalıcılığı üzerindeki zannımız bizi aldattı.
Sahte keyifler, geçici konforlar zihnimizi uyuşturdu.
Uğruna yarıştığımız dünyalıklar bize gerçek yarışımızı unutturdu.
Oysa "Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup, gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın! (Ali-İmran 133) ilahi tebligatı, hangi yarışta olmamız gerektiğini söylüyordu..
Maalesef kapitalist dünya, bu hakikati anlamamamız için sahte bir örtüyle idraklerimizin üzerini örttü.
Bizler ise bu örtünün karanlığı altında örtümüze sarıldıkça sarıldık.
Taki yükseltilmiş duvarların kulaklarımızı parçalarcasına üzerimize hücum ettiği zamana kadar uyuduk.
Üzerimize ölüm mührü vuruldu. Nice canlar gitti. Kalanlar hayatın acısıyla baş başa kaldı.
Artık şehrin sokaklarında kadınlardan acı acı yükselen bir mersiye vardır.
Ölüm sessizliğine gömülen şehrin ışıkları söndü.
Şimdi ise karanlık binalardan gecenin derinliğine gömülen sessiz bir çığlık var sokaklarda.
Oysa mezarlardan bile yükselen bir ses vardı.
Kentin yıkıntıları arasında hüzünlüdür dost canlarımız, balıkçısı, tatlıcısı, börekçisi, kanaryalar ve ağaçlar...
Filhakika, insanlar şehirleri inşa ettiler.
Sonra da şehirler dönüp insanları inşa ettiler.
Farabi, bu düşüncesiyle şehirlerin işleyişinin insan bedeninin işleyişiyle ifadelendirmiştir.
Gerçekten de sağlıklı ve güçlü bir bedenin yaşama tutunması ile sağlıksız ve güçsüz bir bedenin hayata tutunması arasında dağlar kadar fark vardır.
Nasıl ki sağlıklı ve güçlü bir bedende yaşam fonksiyonları kusursuz işliyor, kan dolaşımından, dolaşım sistemine, bedeni yöneten beyinden, sinir sistemlerinin işleyişine kadar tüm mekanizmalar tıkır tıkır işliyorsa, bir şehrin tüm mekanizmalarının da insan vücudunun kusursuz işleyişi gibi bir modelle inşa edilmesi, insanoğlunun kendisine yakışır bir hayatın idamesi için zorunluluktur.
Aksi halde sağlıksız ve güçsüz bir beden nasıl ki her an krizlere gebe bir durumdaysa, sağlıksız ve plansız kurulan ve büyüyen bir şehrin de, her daim krizlerle iç içe olması doğal bir beklentidir.
İşte burada Allah'ın insana bahşettiği akıl devreye giriyor. "O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar." (Yunus:100) ilahi ikazıyla, insana verilen aklın, insan için en büyük sermaye olduğu ifade edilmiş olunuyor.
Her ne kadar ayet inkar edenlerin hakikat kavrayışının kıt olduğu gerçeğini akıllarını kullanmayışlarına bağlı tutuyor olsa da, aslolan ayetin insan hayatı için umumi bir nitelik taşıması ve insanın dünya hayatında karşılaşacağı her mesele için bir anlam taşıyor olmasıdır.
Maalesef bilimin bu kadar gelişmesine rağmen, son yüzyılımızda tüm enerjisini ideolojik bağnazlığını millete tahakküm etmekle tüketmiş bir zihniyet, nasıl ki kimliğimizin ruhunu yıprattılarsa, aynı şekilde şehirlerimizin ruhunu da hastalıklı ve krizlere gebe olarak inşa ettiler.
Çünkü insanın kimliği neyse, şehirlerin ve mekanların kimliği de odur.
Önce kimliğimizi ve kişiliğimizi hastalıklı bir hale getirdiler, sonra da kimliği ve kişiliği hasta olanlar, şehirleri ve mekanları inşa ettiler.
İşte sonuç ortada. Şehrin betonlarına boğulmuş insanın, yaşıyorken ölmüşlüğü gibi bir paradoksun travmasını tüm bedelleriyle maalesef ödüyoruz.
Adaletsizliğin medeniyetleri mahvettiği gibi, doğanın işleyişine muhalif yerleşim planlarının oluşturulması da, hayatlarımızı mahveden bir cinayete teşebbüsten başka bir mana ifade etmiyor.
Doğanın bir haritası vardır. Hangi kanunun nasıl işlediğine dair ilmi bilgiye sahip insanoğlunun, bu müspet bilimin verilerine muhalif hareket etmesi, doğanın acımasız intikamıyla sonuçlanmakta ve nihayet acı dolu hikayelerle tarihe bir ibret malzemesi olarak kayıt edilmektedir.
Elbette Allah'ın takdiri her şeyin üzerindedir.
O nasıl dilerse öyle vuku bulur. İnanırız ve güveniriz ki böyledir.
Fakat şunu da biliyoruz ki, O'nun takdiri de bizim ellerimizle ne taşıdığımızla alakalıdır.
Kendi sünnetine karşı işlenen ihlallerin müeyyidelerinin bir kısmı dünyada tecelli etmektedir. Bu kesin bir hakikattir..
İbn-i Haldun'a nispet edilen 'Coğrafya kaderdir'in yanına aynı zamanda 'Coğrafya imtihandır'ı eklemek istiyorum.
İnsanın yaşadığı coğrafyanın havası, nemi insan sağlığına etki ettiği gibi, insanın fiziği ve ahlakı üzerinde de tesir eder.
İşte burada doğayla imtihanımızın kodları başlar.
Doğayla barışık olan insan, aslında farkında olsun olmasın Allah'ın kurduğu düzen ile de barışıktır.
Doğayla barışık olmayanlar ise, farkında olsun veya olmasın Allah'ın kurmuş olduğu düzenle de barışık değildir.
Bu işin fıtri boyutudur. Ve asıl olan ise bizlerin her şeyin fıtri olanıyla imtihan olduğumuz gerçeğidir.
Maalesef kendi fıtratımıza savaş açtık.
Müsebbibi olduğumuz savaşın ateşi içinde bir bir ölüyoruz.
Asrın doymak bilmez insanı, rantı uğruna, doğayla, fıtratla, sünnetullahla savaştı.
Dünyalık kazançlar uğruna haram helal, doğru yanlış demeden sahte cennetler oluşturdu.
Sahte konforlar insanı uyuşturdu.
Şükür ve kulluk zaafa uğradı.
Şöhret, riya, kibir, lüks hayatlar, kalpleri esir aldı.
Hasbilik, mütevazilik, sadelik tükendi..
İnsan, kendi idam fermanını kendisi imzaladı.
Suçlu ne Allah'tır ne de doğadır.
Suçlu, doğadan, kulluktan, imtihandan yüz çeviren, yeryüzünü yağmalayan insanın ta kendisidir.
Keşke ibret alsak, kafamızı iki elimizin arasına alıp düşünsek, yeni bir başlangıç yapmayı bilsek..
"Hiç değilse, onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?" (En'am 43) Umarım bu ayete muhatap olmayız ve Rabbimizle barışık bir dünyayı yeniden imar ederiz.