-İslam Şehrine ve Kentleşme Olgusuna Bir Vurgu-
Biz, bu serinin ilk yazısında; Doğu’da ve Batı’da, şehirler kurulurken, mabedin baz alındığını ve şehrin onu çevresinde oluştuğuna vurgu yapmıştık. Klasik dönemler incelendiğinde, bunun böyle olduğu görülecektir.
Epey zamandır devam eden arkeolojik kazılara bir göz attığımızda, her toplumun kendi inancı çerçevesinde, “kendi tanrısına” ibadet kastıyla onları imar edip merkeze aldığı ve bir yaşam yeri olan şehri de, tüm üniteleriyle birlikte, onun çevresine serpiştirdiği görülecektir.
Müslümanlar, yerleşmek kastıyla bir bölgede konuşlanmak istediğinde, ya yeni bir şehir inşa ederlerdi, ya da fethedilen yerde var olan şehri mümkün mertebe Müslümanlaştırmaya çalışırlardı. Müslümanlaştırmaya örnek olarak Medine ve İstanbul, yeniden inşaya ise, Kûfe şehri gösterilebilir.
Bizim için en önemli örnek, haliyle Yesrib’in, hem isim ve hem de içerik olarak “medine” sıfatını hak etmesi açısından Medine şehri olmalıdır.
Medine olgusuna günümüz açısından bakacak olursak; devinim içerisinde olan kültürün, kendi dönemini tamamladığı ve tarih sahnesinden çekildiğinde, oluşan duruma medeniyet, o hâle ise medenilik denir.
Medeniyetin ve medeniliğin, kavram ve olgu olarak, günümüzün, “kendi geçmişini kaybetmiş” mağlup Müslümanı için bir “ah çekme ve geçmişe dair övünme” aracı olduğunu da belirtmiş olalım.
Seküler temelde, şehrin kendine özgü güzel ve özel yapısı bir tarafta dururken, kapitalist ilişki ağı içerisinde “kentleşme durumu” üzerinden oluşan yeni yaşam modeline fit olan günümüz Müslümanı; içerisinde bulunduğu, hatta “sevdiği” duruma rağmen, Medine’ye medeniyet olgusu üzerinden övgü dizmeye devam etmektedir.
O, kendisinin, etkileme hususunda, birbiriyle ilintili olan birçok sebebe, saike ve “yaşadığı ân’ın oluşturduğu hazzın şevkiyle” kentleşmeden pek rahatsız olmasa da, İslam’ın “ilk şehri” olan Medine üzerinden geçmişe özlem duymakta ve yaşadığı günün şartlarının da etkisiyle anakronik hâllere düşmüş bulunmaktadır.
Onun, “zihninin arka taraflarında bir Medine sevgisi yatıyor” desek, abartmış olmayız.
O zaman, zihnin arka taraflarında örnek olacak, yaşanılacak ve yapılıp edilenden dolayı “sevap kazanma” ihtimali öne çıkacak olan bir Medine sevgisi var ise, “Medine nasıl kurulur?” sorusu önem kazanır.
Böylesi bir sevgiye istinaden Medine’nin, ilk kez Hz. Muhammed(s) tarafından belli ki, kendi döneminde şirkin, küfrün ve zulmün hâkim olduğu; o vasıflarıyla öne çıktığı bilinen Mekke’nin karşısına alternatife sahip bir şehrin var olması gerekiyordu.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Medine sıfırdan inşa edilmemiş olup, Yesrib’in, Hz. Muhammmed’in(s) öncülüğünde ve gözetiminde Medine vasfı kazandığı bilinmektedir.
Daha sonra, Müslümanlar, Medine örneğinden hareketle, fethetikleri bölgelerde, iki yolu da deneyerek kendilerine yaşanılacak şehirler oluşturdular.
İslâm şehri nedir?
İslam şehri; “değişim ve kendi içinde devinim olgusuna sahip toplumsal yasalar bağlamında, temel saikler sabit kalma şartıyla, o temel paradigmaların yol göstericiliğinde, dünyanın geçicilik ve insanın fanilik hâline istinaden, onun yaşadığı süre içerisinde; onun en temel ihtiyaçlarını göz önüne alan yaklaşımların, maddi ve manevi planda husule gelmiş şekli” olarak tarif edilebilir.
Bu tariften yola çıktığımızda adeta ana kavramlar kabilinden, öne çıkan dünyanın geçiciliği, insanın faniliği ve onun, her şeyden önce en temel ihtiyaçlarının öncelendiği bir durumun. maddi karşılığının şehir olduğu öne çıkmaktadır.
Bunun aksi ise, gerek geçmişte ve gerekse de günümüzde oluşan ekstra şeyler, kentleşme bağlamında dünyevileşmeye işarettir ki, bugün Batı’daki yerleşim yerlerinin durumunu ele vermektedir.
Keza bu durum, İslâm dünyasında da alabildiğine yaşanmaktadır.
İslâm şehri, kendisini ortaya koyan İslâm aklı ile hareket ederek yol almış ve tabiri caizse “yolda yürürken” birtakım tökezlemeye, sendelemeye ve yere düşmeye rağmen, henüz “sekülerizmin ona arız olmağı” dönemlerde varlığını ağır, aksakta olsa sürdürebilmiştir,
Ama bazı iç sebeplerden dolayı, İslam aklının, “Müslüman aklının galebe çalmasıyla devre dışı kalması ve onun üzerine de bir açıdan iç sebeplerin oluşturduğu zaafların, “sebep- sonuç ilişkisine binaen- sanayi devrimi ile kapitalizme yol açmasını doğurduğu görülmektedir.
Bir bütün olarak Doğu ve hasseten de İslam dünyası Batı’nın (Burada, Batı’dan kasıt Avrupa kıt’ası) birer sömürgesi konumuna düşmüştü.
Kapitalizm, Dünya’nın Doğusu’ndan elde ettiği maddi kaynaklarla büyüyüp gelişirken, kendine ucuz iş gücü olarak Batı’nın kırsalında yaşayan ve çoğu da derebeylerin birer kölesi durumunda olan köylülerin(serf) ikamet etmesi adına yeni yerleşim yerleri inşa edilmişti.
Bu yerlere şehirden ziyade kent denilebilirdi.
Apartman kültürünün evveliyâtı…
Bugün dahi, çoğumuzun “lüks” konumuna yükseltip övdüğü apartman modeli, aslında, kırsaldan koparılıp kente sıkıştırılıp kapitalizme köle yapılan insanların, “ailece” yaşamaya zorlandığı ve adeta birbirinin üzerine istiflenmiş bulunan yapı modeli olarak öne çıkmaktaydı.
Bu sakil model üzerinden, Batı’da, şehri kentleştirdiği bir vakıa olsa da, kapitalizmin yıkıcılığına rağmen, o da, henüz devreden çıkmamış bulunan ve büyük oranda klasiklikten beslenen “henüz fıtrîliğini yitirmemiş bulunan Batı aklı sayesinde” eskiyi yeni durumla harmanlayan çabalar da söz konusu olduğu halde; bizde sakil ve acul bir Batılılaşma sevdasına istinaden, muhafazakârlarımızın dahi, şehri ıskaladığı ve orayı düpedüz kentlileştiği hemen her alanda gözlemlenmektedir.
Muhafazakâr kesimler, bu işe el attıklarında, şehri kentleştirmeyi belli ki, akıllarının ucundan geçirmemişlerdi. Ama 12 Eylül darbesinin, o da, bizce “esaslı” bir sebebi olan ülkenin tüm yönleri itibarıyla liberalizmle tanış(tırıl)ması ve oradan da küresel sermayeye eklemlenme suretiyle yönlendirilmesine istinaden, kalkınma ve rant olgusu üzerinden bakıldığında, şehrin kendi eski çehresini yitirmesi ve kentleşmesi söz konusu olmuştur.
Öyle ki, bu durum, birbirinden görece farklı ideolojik kalıplara sahip olup iktidar koltuğunda oturan “iç” egemen güçlerin, siyasilerin vb. hemen hepsinin, bu alandaki ortak özelliğinin; yatırıma ve aşırı kâra dayanan, şehirlerin kentleştirilmesi aşamasında rantı öne aldıkları, “ilgilisi tarafından” dünden, bugüne bilinmektedir.
Bugünde, bu konuda AK Parti iktidarının da bu alanda yaptığı bundan başka bir şey değildir.
Realite bu, ama hakikatin ise bu olmadığı söz konusu…
Sözde, muhafazakâr söyleme bakıldığında; o da bir yanılsama eseri ola gerek, DP’den başlamak üzere iktidara gelen tüm sağcı, muhafazakâr ve dahi milliyetçi partilerim, esas amacının cumhuriyet adı altında ortaya konan yanlışları izale iken, rant konusunda, hiç de birbirlerinden farklı olmadıkları; popülizm kaynaklı bir kalkınma ve büyüme adına şehirlerimizin adım, adım kentleştirildiği ve İslam şehri düşüncesinin de bu yol ve yöntemle kesintiye uğratılmasının söz konusu olduğu tüm çıplaklığıyla belirginlik kazanmış oldu.
Bu anlayıştan ve yaklaşımdan, bırakın İslam şehirlerini “yeniden” inşa etmeyi, onları korumayı, var olan mevcutları dahi,”şekil ve mahiyet değiştirmiş olsa daha” muhafazakâr tandanslı modernleşme uğruna, şehirlerimiz gün be gün kentleşmektedir.
İslâm şehri düşüncesinden vaz geçmedik. Zira nasıl ki, konuşulan dil, dinin anlaşılması açısından gerekli ise, bir şehrin, inşasının niyetinden, temelinden, velhasıl her şeyinden total olarak bahsetmekte o kadar önemlidir.
İslâm şehrini, bir bütün olarak muhafazakâr idarelerin dahi kurmayacağı, kuramayacağı akıldan çıkarılmamalı.
O zaman, onu kim kuracak? Onu, Müslüman bireylerin bir araya gelme şartıyla tümden olmasa dahi, peyderpey, amaçtan sapmadan elen geldiğince inşa edileceği öngörülebilir.
Devam edecek…
Kaynak: Farklı Bakış