Cahilin yüz faydası, bir zararını karşılayamaz. Bu yüzden cehalet, bir insanın başına gelecek en büyük kötülüktür. Boşuna "cahillerin kalbi dudaklarında, alimlerin ağzı ise kalplerindedir" dememiş Hz.Ali (rha).
Seçim geldi ya. Yine iman ölçücüler ortaya çıktı. Dabbe gibi saklandıkları yerden fırlayıp insanların imanlarının nasıl zayi olduğunu söylüyorlar.
Bu kafaya göre oy kullanan müşrik oluyor. Hatta sandığa dokunmak "hubel"in önünde secde etmek gibiymiş.
Tevhide inan, namaz kıl, hac yap, davet peşinde koş, sadaka ver, sana iman kardeşi olarak bakması için yetmiyor. Mihenk taşı oldu oy kullanıp kullanmamak.
Bir analiz yapmaktan bile aciz olan bu tiplerin ümmet anlayışları yok. Üç-beş kişilik gruplar kendi aralarında bir araya gelip meal okur, hüküm verir, devlet yıkar, devlet kurar.
Oysa oy veren herkesi sistemin destekçisi olarak görmek tek kelimeyle tekfirciliktir. Ötesi insan harcamaktır. Daha da ötesi niyet memurluğuna soyunmaktır.
Oy kullanmak "niyete göre" tevhide aykırı bir durum değildir. Doğru bazen şirk veya haram olabilir fakat bazen de vacip duruma gelir. Mekruh veya mendup olacağı zamanlar da vardır. Bazen de sadece caizdir. Bu, bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye, zamandan zamana değişebilir.
Reddetmek ve tekfir etmek ise kolaycılıktır. Zor olan insanlara ufuk açacak söylemler geliştirmektir. Kesip atmak bir sanat değildir. Asıl sanat, insanların ilgilerini, vazgeçilmezlerini doğru ve meşru bir alana getirecek yorumu ortaya koymaktır. Yani hayat verecek işler, ölüm ve yıkım vadeden öncüllerden her zaman hayırlıdır.
Hz. Peygamberin, kendisine yapılan Mekke'nin emirliği teklifini reddetmesi, iktidar olmaktan çok insan kazanmayı önceliyor olmasındandır. Yoksa o zamanlar günümüz şartlarında olduğu gibi müslümanlara iyi davranacak birisi ile kötü muamele edecek birisini seçimle iş başına getiren bir sistem söz konusu olsaydı, o zamanın inananları müslümanlara iyi muamele edecek bir adayı tercih edebilirlerdi. Bunu Habeş Kralı olan Necaşi'yi, Mekke düzeni hakimi olan Ebu Cehil'e tercih etmelerinden anlıyoruz. O zamanın seçimi de böyleydi. Oysa ikisi de küfür düzenlerin hakimleriydi.
Burada mantık, müslümanların gayri İslami ilkelerle bir mücadele ortaya koyan partilere gerçek çözümcü bir olgu olarak bakmaması, bilakis realiteye kör olmamak adına ya da gündemin dışına itilip, vasıfsız bir manaya düşmeyecek perspektifi ortaya koymaları için olmalıdır.
Mevcut iç ve dış konjoktürün içinde bulunduğu aciliyet durumuna göre de, olaya kayıtsız kalınmaması, hayat bahşeden İslami mefkuremizin gerekliliği sebebiyledir.
Bu tıpkı müslümanlara hayat hakkı tanıyan Necaşi'nin, müslümanların hayat hakkını ellerinden alacak varsayımlara karşı, yönetimde kalınmasına destek olmak gibi bir şeydir.
Tıpkı Habeşistan’da Necaşi'yi devirmek için bir ayaklanma başlayınca, ayaklanmayı bastırmak için yapılan savaşta Zübeyr b. Avvam'ın, Necaşi'nin yanında yer alması gibi. Galibiyetle sonuçlanan savaşın ardından kendisine kıymetli bir mızrak hediye edilir, o da bu mızrağı dönüşünde Resûl-i Ekrem’e vermiştir (Belâzürî, I, 202).
Musa (as), Firavun'un zulmünden dolayı İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmıştı. Peki ya Firavun zulmeden biri olmasaydı ne olacaktı? Olayı hiç tersten okuduk mu? Musa (as) yine Mısır'dan çıkacak mıydı? Kıyası neye göre yapıyoruz?
Mekkeli müşrikler, müslümanlara zulmetmeseydi, müslümanlar Medine’ye hicret eder miydi?
Bunlara çok yönlü cevaplar vermek zorundayız.
O zamanlarda bugünkü gibi bir yönetim anlayışı olsaydı, müslümanlar tercih olarak Ebu Talib mi yoksa Ebu Cehil mi derlerdi? Ya da üçüncü bir şık olarak biz nötürüz mü derlerdi?
Necaşi'nin ülkesi mi yaşanmaya daha elverişlidir, yoksa Taif'in merhametsiz sahipleri mi?
Elbette ki doğru olan kendi davet ve tebliğ çalışmasına engel olmayanı tercih etmekti. Üstelik tercih yapılanın müslüman olmasına da gerek yok. Adil olsun, ifade hürriyeti, tebliğ ve davet özgürlüğü versin yeter.
Artık bu anlamsız, fikirsiz, kısır kalmış ve insanların sorunlarına bir çözüm ortaya koyamayan harici zihniyetin işe yaramazlığını anlamamız gerekiyor.
Unutmamalıyız ki, tercihini iman etmeden önce bile küfür bir düzenin hakimi olan Necaşi'nin yanında kullananlarla, iman ettikten sonra da küfür kanunlarla ülkesini idare etmeye devam eden müslüman olmuş bir Necaşi'nin imanının kabul gördüğü, cevaz aldığı bir hakikati iyi anlamamız gerekiyor.
Firavun'un yanında, gayri islami kanunlarla temsil ettiği görevini ifa eden 'imanını gizleyen adamın' misali gibi, imanı kabul görmüş bir pratiği de anlamamız gerekiyor.
Yoksa kısır döngüler içinde hayatı olması gerekenden çok daha fazla kendisine sınırlamış, böylece yaşanmaz hale getirmiş oluruz.
Yusuf (as), ekonomisini üstlendiği bir küfür düzende zamanla refah seviyesini yükseltmiş, adil bir paylaşımı sağlamış, yoksul ve imkanları olmayan kitleleri de bu adil paylaşımdan nasiplerini gözetmiş ve haliyle insanların sevgilerini, muhabbetlerini ve güvenlerini kazanmıştır. Artık günü geldiğinde toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek çok kolay hale gelmiştir. Üstelik uzun yıllar ülkenin en önemli bürokratı olmasına rağmen, zina, faiz ve şirk düzeni ülkede devam etmiş, ne zaman ki Allah'ın tain ettiği vakit geldi, ülkeyi bunlardan temizlemiştir.
Tüm bu bakış açılarını ortaya koyarken, gayri İslami düzenlerin bir parçası olmamak ve küfür düzenlerin savunucusu konumuna gelmemek gerektiği şerhini de ortaya koymadan geçemeyiz.
Tağuti tüm düzenler müslümanlara ne kadar iyi muamelede bulunurlarsa bulunsunlar, müslümanlar adalet merkezli meşru bir düzenin yerleşmesi mücadelesinden asla vazgeçemezler. Mantık, pratikleri anlamadaki çeşitliliktedir. Yoksa Allah'ın modeli ile insanların modelini karşılaştırma sözkonusu bile olmamalıdır.
Günümüze gelince deriz ki,
Müslümanlar siyasi tercihlerini ümmetin ve milletin maslahatını esas alarak yapmalıdır. Bu da sadece ülkemizdeki müslümanların değil, yeryüzündeki tüm Müslüman halkların geneli kimi destekliyorsa ümmetin maslahatını orada aramak gerekiyor.
Bu yüzden Türkiye'de bir müslümanın siyaset yapmasının birinci şartı, ümmetin maslahatını doğru bir şekilde tespit ve teşhis edebilmesindedir. Eğer bu tespit ve teşhisi yapma ferasetinden mahrumsanız kusura bakmayın sizin ipinizle kuyuya inmeyeceğiz ve her ne söylerseniz söyleyin bizim için hiçbir anlamı olmayacaktır.
Son bir asırdır bu memleketin siyasi tarihi, ülkeye ve millete hizmet etmek isteyenlerle, ülkeye ve millete egemen olmak isteyenlerin mücadelesinin özetidir. Bunun başka bir manası yok.
Hayalci değil realist olmak zorundayız. Hepimiz bu geminin içindeyiz. Adamlar sistemi önceden kurmuşlar zaten. Bu geminin kaptanını seçmek bu geminin içindekilere bırakılmış. Benim de bir Müslüman olarak hedeflerim var. Bu gemideki herkesi ikna ederek, gönlünü kazanarak, barışçıl yollardan müslüman olmalarını sağlamak. Bundan sonra da inandığımız düzeni inananlarla beraber bu gemide tesis etmektir.
Şimdi sandığı önümüze koydular. Genel olarak iki aday var. Somut olarak ifade edecek olursam, biri ben gelirsem müslümanların bu ülke içindeki tüm hareket kabiliyetlerini bitireceğim, davet ve tebliğ çalışmalarına müsaade etmeyeceğim. Onların inandıkları Allah'larının öğretilerini ve yasalarını bu ülkede yerleşmesinin önüne geçeceğim. Onların Allah'larının bizim iç işlerimize karışmasına müsaade etmeyeceğim diyor.
Diğer aday ise, ben her kesimin yaşam biçimine karışmayacağım gibi, müslümanım diyenlerin de yaşam biçimlerine müdahale etmeyeceğim. Onların davet ve tebliğ çalışmalarına karşı olmayacağım. Velev ki bu davet ve tebliğ çalışmalarıyla ülkedeki herkesi müslümanlaştırsınlar onlara karışmayacağım. Yeter ki, şiddet yolu ile değil, insan kazanarak bunu yapsınlar. Herkesin hayat hakkını ve inanç özgürlüğünü garanti altına alacağım diyor.
Birinci adayın kazanmasını isteyenlere bakıyorum: Faiz lobisi, Küresel sermaye, Siyonistler, Lgbt, Deist ve Ateistler, Pkk/Pyd/Ypg/Dhkpc/Fetö, Esed ve Nusayri çeteler, Haşdi Şabi gibi örgütler, İran, Sisi, Ermenistan, Yunanistan, İsrail, Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer AB ülkeleri, NATO, BM'nin 5'li çete elinde kalmasını isteyen güçler, Türkiye'de Ak Parti dönemi öncesi acılarını görmemiş neslin bir kısmı...
İkinci adayın kazanmasını isteyenlere bakıyorum: Filistinliler, Gazze'nin ve Kudüs'ün fedaileri, Suriyeli mazlumlar, İhvan-ı Müslim, Arap sünni halkları, Arakanlılar, Somalinin mazlumları, Afrika müslümanları, İslam Alimleri Birliği, Doğu Türkistan'dan başlayıp tüm dünya müslüman halkları, Türkiye'de Ak Parti dönemi öncesi acılarını yaşayan nesil...
Bir de bu iki aday arasında tercih yapmayı yanlış bulup nötr duranlar var: Tekfirciler, bilerek veya bilmeyerek, doğru veya yanlış bazı haksızlıklara uğradığını düşünenler...
Evet büyük tablo böyle.
Bir de küçük tablodaki resme bakalım. Bunlar bizim iç sorunlarımızla ilgili meseleler. Torpil, adam kayırma, ehliyet ve liyakatin yerini sadakat ve itaate bıraktığı düzen, gelir dağılımı adaletsizliği, bazı büyük soruşturmaların sebep olduğu mağduriyetler, istenmeyen adaylar ve daha bir çok şey yazılabilir.
Bunlar önemsiz şeyler değil elbette. Bilakis ciddi ve uzaması halinde iç çürümeyi getirecek riskler. Bunlarla bihakkın mücadele edecek bir sivil toplum olmalı. Buna yürekten katılıyorum. Bu noktada şahsen nefesimin yettiği kadar da hep dillendirdim.
Fakat ortada bir realite var. Bu kokuşmuş haller bu iktidardan önce de vardı. Hatta kat be kat daha fazlasıyla vardı.
Farzedelim ki bu iktidar değişti. Bu haller ortadan kalkacak değil. Bu sefer rövanş peşinde olanlar, daha fazlası ile bir intikam ve kinle bunların her birinin kat be kat fazlasını yapacaklar.
Hem yüz yıllık Türkiye bağırsaklarının temizlendiği son on yıllık süreçte, başımıza gelmeyen kalmadı gerçeğini de iyi anlamamız gerekiyor. Muhtıralardan-gezi olaylarına, darbelerden-kumpaslara kadar pişmiş tavuğun başına gelmeyen işlerin Erdoğan'ın başına geldiğini bilseydik, yoğurdu niçin üfleyerek yediğini anlardık.
Küçük tablodaki resmi düzeltmenin mücadelesini kendi aramızda halletmemiz gerektiğini, şuan ki süreçte de büyük tablodaki resme bakarak karar vermemiz gerektiğini bilmemiz gerekiyor.
Erdoğan'ı, meşru bir seçimle yenemeyenlerin darbelerle, suikastlerle canına kastettiklerini, haliyle geçen süreçlerde olağanüstü tedbirlerin, olağan hale gelmesinin gerekliliğini anlamamız gerekiyor.
Mevcut muhalefete gelince, Türkiye'yi daha iyi bir noktaya getirecek bir projeyle karşımıza çıkmış değiller. Bilakis bir kin ve intikam ile geliyorlar. Tek dertleri Erdoğan'ın gitmesi, gerisi onlar için teferruattır.
SAKIN HA SAKIN!
Erdoğan'ı, Abdülhamid'in kaderini yaşayacak konuma koymayalım. Abdülhamid Han tahtan indirilence çok değil, sadece dokuz yıl sonra koca imparatorluk avuçlarımızdan uçup gitti.
Şimdi ise yeni bir yüzyılın sürecine girdiğimiz dönemde, gerisin geriye bir yola düşmeyelim. Yeni durum yeniden bizim yüzyıllık kaybımıza sebep olabilir. Bunun için Erdoğan'dan şaşmayın derim.
Bu günlerde barış, sevgi, kardeşlik getireceğiz diyenlerin nutuklarının ne manaya geldiğini on yıllarca bu ülkede gördük. İçlerinde taşıdıkları kin ve nefretlerinin ne boyutta olduğunu kitaptan biraz nasibi olanlar iyi bilirler.
Yine de Allah'ın takdirinin herşeyin üzerinde olduğunu, O'nun da bunu bizim ellerimizle yaptıklarımıza bakarak karar vereceği inancını unutmamamız gerekiyor. Biz ise sadece dünyalık tedbirler açısından elimizden geleni yapmakla mükellefiz.
Ben olayı böyle okuyorum, böyle dillendiriyorum. Bunlar doğru tespitlerse Rabbimin bana olan lütfundandır. Yanlış yorumlar ise sadece benim yorumlarımdır diyorum. Haliyle Rabbimden en doğrusuna beni hidayet etmesini diliyorum.