Şakir KURTULMUŞ

Tarih: 11.09.2020 16:03

Ramazan Dikmen: Bana kalan yegane duygu; acz ve boyun eğiş

Facebook Twitter Linked-in

Ciddi bir eylem olarak bilinçli bir seçimdi onun okuması, çok sevmesi okumayı ve yazmayı. Uzun yolculuklarda olsun şehir içindeki kısa yolculuklarda olsun elinde okuduğu kitapla görürdünüz onu. Kitaplarla dolu bir çantayla seyahat ederdi. Yolculuğa çıkarken herkes önce giysilerini, kişisel eşyalarını hazırlamaya çalışırken o önce kitaplarını, seyahat süresinde yanına alacağı kitapları hazırlardı büyük bir coşkuyla. Onunla birlikte tren yolculuğu da otobüs yolculuğu da yaptık. Gecenin en derin vakitlerinde bile, dışarıdan süzülen saydam ışığın gücüyle sürdürürdü okumasını. Işığın tamamen kesilip okuyamadığı zamanlarda ise pencereye kilitlenir ve dışarıya odaklanır, orada hızla akan zamanı ve mekanı tarardı. Bu yolculuklar sırasında pencereden dışarıya bakarken ağladığını, gözyaşlarını akıtarak içini temizlediğini, içini sildiğini gördüğümde, buna tanıklık ettiğimde hiç şaşırmadım. Niçin şaşırmadım; çünkü, “kalbim yine mi tıkandın? Bugün hiç ağlayamadım” diyen Ramazan Dikmen, ruhunda yaraları olan, onları besleyen ve yaralarıyla yaşamaktan mutlu olan çok hassas bir insandı. Hüzün onun mutluluğuydu. Şairlerin temel gıdalarından olan hüzün, onun sofrasından da eksik olmadı hiç.

Doğal olarak şiirle başladı yazı hayatı. Sanki sadece kendisi için yazıyordu şiiri. İlk denemeleri şiirdi. Sonraları öyküyü seçti ve ciddi bir iz bıraktı öykü dünyamızda. Ne yazık ki daha yeni başladığı, yeni ürünlerini yayınladığı ve en verimli bir döneminde yakalandığı hastalığı yenemeyerek ayrıldı aramızdan.

Geçende’ isimli öyküde kahraman şiirle içli dışlıdır. Bir çok öyküsünde olduğu gibi buradaki kahraman da kendisidir bir bakıma. Kendisinden izler taşıyan kahramanları konuşturur öykülerinde: “İşte bak bu seferki kendimdendi. Tek dize. O günler yazıp yırttığım şiirlerden az çok beğendiğim için olacak aklımda kalabilmiş bir dizecik. Sık sık o görüntüyü hatırlamasam şimdiye çoktan onu da unuturdum; ‘kızarsam gözlerini kullan’.

Kimden bu?

Benden…

Böyle güzel bir mısrayı öykünün içinde ustaca kullanan Ramazan Dikmen’in başka öykülerinde de şiirsel cümlelere rastlamak mümkün.

“Yazan biriyseniz boğazınızda onulmaz bir ur taşıyorsunuzdur” 

Başka güzel bir alışkanlığı daha vardı rahmetli Dikmen’in. O da çok severdi mektuplaşmayı. Uzaktaki arkadaşlarla yazışırdık, bir yerden yeni bir mektup geldiğinde büyük sevinç yaşar, paylaşırdık o sevinci. Bu güzel alışkanlığın sonucu yazışmanın önemini kavramış bir yazar, bir edebiyatçı olarak elbette öykülerinde de işleyecekti bu görüşünü. ‘Mektuplar Konuşmak’ öyküsü 1979 Şubat’ında yayınlandı. Özlemini yansıtan şu cümle ile de perçinleyecektir bu görüşünü: “Dost sesi duymamak yakıyor insanı.” Beklediği mektuplar gelmediğinde, ya da geciktiğinde hüzün doluydu içi. Böylesi hassas olan, yazışmaya bu kadar önem atfeden birisi dost sesi duymayınca, elbette yanacaktır. Doğaldır acı duyması.

Ağlama Güncesi” öyküsü Tevbe Suresi’nden “artık kazandıklarına karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar” mealindeki 82. ayetin alıntısıyla başlar. “Yazmak ağlamaktır benim bildiğim. İki gözümüz, bir çift kulağımız varsa, yüreğimiz varsa, ağlayacak çok şeyimiz vardır. Olmalıdır da. Yazan biriyseniz boğazınızda onulmaz bir ur taşıyorsunuzdur bilirim. Yaşamak sık sık şişirir onu, büyütür. Soluğunuzun daraldığını duyarsınız. Gırtlağınızda karıncalanmalar başlar. Ne denli zorlanırsanız zorlanın, tutamazsınız kendinizi. Boşanırsınız. Kalem ıslak bir mendildir parmaklarınızda.”

Ne var ağlayacak, ağlayacak ne mi var? Asıl ağlamayacak ne var” diye sürdürür sorgulamasını: “Her sabah uyanınca gözlerinizi dünyaya açmanız, kalkıp pencereden bakmanız, bir ara sokağa çıkmanız, söz gelimi bir dolmuşa binmeniz, ne bileyim tüm bunlar yetmez mi ağlamanıza. Hadi bu denli duyarlı değilsiniz diyelim, hiç mi aynaya bakmıyorsunuz. Nasıl olur dört bir yanı aynaya kesmiş bir kentte yaşayan siz.. Aynalarda yüzünüzü görmeniz, alın çizgilerinize göz ucuyla şöyle bir bakmanız, durup kendinizi adınızla çağırmanız hüngür hüngür ağlatabilir derim sizi. Yine de ağlayamıyorsanız, nasıl olup da böyle katılaştığınızı sormalısınız kendi kendinize. Doğrusu ben daha uygun bir neden bulamıyorum ağlamanız için. Mahzun bir ezanla silkinmiştim. İçime doğuvermişti birden. Başımı secdeye koyup bana en yakın olana en yakın olduğum o yerde bir ağlayabilsem. Biliyorum kurtulacaktım, bir inşirah yayılacaktı göğsüme. Özlemlerimin eşiğinde olacaktım.”

Biz acının çocuklarıyız bilemezler’ diyen Dikmen, acılarımıza umutlarımızın yön vereceğine inandığını söylerken, acılar içinde yalnızlığını yaşarken kesinlikle şikayetçi olmamış, bilakis etrafının boş olmasını, kendisinin yalnız kalmasını, sadece güvenin umudun yalnız Allah’a olduğunu anlayabilelim diye yaşadığını düşünür. ‘Ha bak bu iyi. Kuytu bir yer burası. Kimseler görmeden ağlayabilirim burada.’ der.

“Her şey artık ne ıssız bir uzaklık”

Muhayyer” öyküsünde “her şey artık ne ıssız bir uzaklık” dediği anlarda kendisini İstanbul’un o şirin sokaklarında, müthiş güzelliklerini yaşamaya iten büyüleyici güzelliğinin etkisinde bulur: “Bir öğle sonrası çıkmak… İskeleye açılan yolun başında birdenbire önünde geniş ufuklar bulmak ve ferah ferah bir deniz ve dalgalı tepecikler ve zaman ötesine çağıran mabedler. Büyük çınarlar altından geçmek. Kubbeli çarşılar boyunca yürümek. İskelenin cıvıl cıvıl kalabalığına karışmak. Mihrimah Sultan ve Yeni camii minarelerinde başlayan ikindi ezanları. İskelede salınan bir vapura binivermek. Pencere kenarında oturmak. Şehrin akşamı bekleyen silüetine dalmak. Bakmak. Hep bakmak. Bakmanın güzelliğini duymak. Kim bilir bu kaçıncı geçiş. Ama yine de gözlerini ayıramamak. Uzun kanatlarını geçmişe ve geleceğe açmış bir şehrin hep genişliyor, hep açılıyor gibi gelen görüntüsünden kaybolmak.” Derinlerde gezinen ince bir ağrının hoşnutluğunu yaşamaktadır. Yıllar sonra ortaya çıkacak bu derin ağrıyı çok önceleri hissetmiştir içinde. Üsküdar’ın üstüne inen büyük sükunetin serinliğine bırakır kendisini.

Mavera’nın Eylül 1980 tarihli nüshasında “Yavuz” isimli bir öyküsü yayınlanır. 12 Eylül darbesi öncesi yaşanan kaosun yer aldığı bu öykü, bir bakıma kimliksizliği de sorgulayarak gelişen bir öyküdür ve tesadüf ihtilalin olduğu ay yayınlanmıştır.

Hasan Aycın’a ithaf ettiği ‘Sessiz Güvercinler’ öyküsünde bir âlimi anlatır: “Osmanlı medreselerinin yetiştirdiği, yaşayan son âlimlerdendir. Devrimlerle başlatılan büyük ulema kıyımından, uzun hapisliklerle de olsa canını kurtarmıştır. Belki biraz da bu yüzden halk katında içten içe Allah’ın yöreye bir bağışı diye görülüyordu. O da vaktiyle kendi neslinden şehid edilen nice âlimin aksine hayatta kalabilmiş olmanın şükrünü yerine getirmek için canla başla çalışırdı. Onca ilerlemiş yaşına aldırmadan evinde Arapça, Kur’an, dini ilimler okuturdu. Yazlarıysa, ellerinde elif cüzleri, Mushaf torbalarıyla kapısından girip çıkan çocuklar hiç eksik olmazdı. Bu tükenmek bilmeyen gayretiyle, yeni bir ateş tutuşturmak için, yaktığı ateşin adam akıllı küllenmiş son közlerine, ciğerlerine topladığı bütün havayı üfleyen yalnız bir dağcı gibiydi.

Bu hikayeyi okuyanlar ve Dursunbey’i, adı Dursunbey’le birlikte anılan rahmetli Sarı Hoca’yı tanıyanlar burada anlatılan Yahya Efendi isimli âlimin Sarı Hoca’ya matuf olduğunu bileceklerdir. Allah her ikisine de gani gani rahmet etsin. Cennet mekânları olsun.

Yalnız kalmayı da çok severdi. Yalnız kaldığında derin düşüncelere dalardı. ‘Sessiz Güvercinler’ öyküsündeki kahraman gibi, bütün çabası, mücadelesi ‘yeni bir ateşi tutuşturmak için’di. Bu ateşi tutuşturmanın ancak okuyarak, düşünerek, yazarak mümkün olduğuna inanan bilinçli bir bakışa sahipti.

Sezai Bey’i ziyaret etmeye özen gösterirdi

Yalnızlığın piri Alaeddin Özdenören’e ithaf ettiği ‘Yakın’ isimli öyküde de iki dostun yakın ilişkilerini temel aldığı güzel bir konu işler. Dostlar için vaatlerine kapıldığı buluşmalarda arkadaşlarıyla yaşadığı tartışmaları anar: “Asaf’ın hararetle tartışılan görüşü: Bu ülkede asıl sorun aydınların namussuzluğudur. Ercan’ın kopuk kopuk, dili dolana dolana da olsa, sanatta sahicilik ve yapmacılık üzerine söyledikleri. Hele Ramiz’in, şiirlerim için yaptığı, koltuklarımı kabartan tespitler; hiç düşmeyen lirik tansiyon, handiyse bütün mısralara sinmiş yalnızlık, aşk, ille de hüzün izleği. Belli ki bunun üzerine kaçınılmaz bir çağrışımla konu edilen kendi yalnızlıklarımız, acılarımız. Onlara dair derin felsefeler.” Rahmetli Alaeddin ağabeyle çok iyi bir dostluğu olan Ramazan Dikmen’in diğer tüm arkadaşları, ağabeyleri ve dostları arasında Özdenören’in özel bir yeri vardır.

Bu öykünün yazılış tarihi 1995. Benim kendisini tanıdığım yıl 1976. Aradan 19 yıl geçmiş. Rahmetliyi tanıdığım yıllarda daha onun böyle derinlikli konular etrafında düşünme egzersizleri yaptığına çok şahit olmuşuzdur. Daha İstanbul’daki yıllarda, aydınların sorumsuzluğundan bahsettiğini, derinlikli çalışmalar yapılmadığını ama umutsuz olmadığını, düşünce planında yeni bir hareketin boy vermeye başladığını, süregelen kurak iklimin üstad Sezai Karakoç’un Diriliş düşüncesi ile yeşereceğini söylediğini ve yürekten inandığı bu tezi her yerde tekrarladığını da biliyorum. Hafta sonları Sezai Bey’i ziyaret etmeye özen gösterirdi.

“Çünkü onların içimde açtıkları, yalnız bana ait pencereler var”

İtikadi konular üzerindeki titizliğine onu tanıyan herkesin şahitlik edeceğinden kuşkum yok. Muvahhit olarak, tevhidi inanca bağlı diri bir Müslüman olarak yaşadı. Sorumluluklarını yazarak yerine getirmeye gayret etti.

Hastalıklara karşı tahammülü, imanın geniş sınırları içinde, Yaradana olan bağlılığını teyit eden şükür duyguları ile doludur: “Her hasta acılarını yalnız çeker. Onun yaşadığı ıstırabı kimse bilmez. Ne yakınları ne de en ağırları da dahil olmak üzere diğer hastalar. Hastalığımın ardında bilemediğim, göremediğim hikmetlerin gizlendiği muhakkak. O yüzden ağrılara karşı ağırbaşlı, tahammüllü, anlayışlı olmaya çalışmalıyım. Hoş tutmalıyım onları. Çünkü onların içimde açtıkları yalnız bana ait pencereler var. O pencerelerden gördüklerimi anlatmaya gücüm yetmese de…”

Hastalığı için Yaradana, Rahman’a şükreden bir mü’min, bir güzel insandı o…

Yine onun güzel cümlelerinden birkaç tanesini aktararak bitirelim:

‘Bana ey şahdamarımdan yakın olan. Bana ey.. Göğsüme gittikçe yayılan ferahlık. Kalbim nasıl aydınlık, nasıl aydınlık..

‘Kalbimin özünden habire sıcak bir şeyler. Ama kelimesiz, ama harfsiz. Yani tarifsiz bir akım gibi bir şeyler. Gece yok..’

‘Ansızın çıkagelen ikindi vaktinin yumuşak aydınlığı altında pencereden dolan bütün görüntü yorgun bir tebessüm oluyor.’

‘İçimizin derinlerini tutan büyük uğultu sahiden aktarılamıyor. Paylaşılamıyor da.. Başbaşa kalmaktan ürperdiğimiz bu uğultudan fazla yaklaşamıyoruz; ne başkalarına, ne kendimize.. Öyle olunca son söz susmak..’

‘Aczime boyun eğişim. Bizi birbirimize bir adım daha yaklaştıracak dilden de, başka bir donanımdan da ebediyen yoksun olduğumuzu, kafama dank etmişçe anlayışım..’

‘Ecel. Yerini ve zamanını yalnız Allah’ın bildiği bu kaçınılmaz olgunun hikmeti, sırları karşısında bana kalan yegane duygu: ACZ. Boyuneğiş…’

 

Merhum hikâyeci yazar Ramazan Dikmen

Kaynak: Dünya Bizim


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —