“Zalim karşısında susan dilsiz şeytandır” mahiyetinde bir rivayet[1] var. Zalimler her zaman bir toplumun, ulusun etkili veya kendini bilmez birkaç tipi olarak ortaya çıkmışlardır. Ve zalimlerin vasıfları genelde; ihtiras, gurur, kıskançlık, kin-öfke, intikam ve buna benzer olumlu olmayan mefhumlarla ortaya çıkmıştır. Ortam ve şartlara bağlı olarak da saldırgan bir karaktere dönüşür. Hilmin[2] zıddı olarak bu karakteri cahil[3] olarak tavsif etmek yerinde bir tespit olur.
Belki zalimlerin karakteristik yapısı hakkında çokça psikolojik ve sosyolojik analizler yapmak yararlı olacaktır. Ve mutlaka alan uzmanları tarafından yapılmıştır da. Ama burada üzerinde durulacak husus, bu menfur karakterin saldırı yapabilmesine olanak tanıyan noktalardır. Zalimler güçlerini nerden almakta ve nereden desteklenmektedirler? Çünkü eğer zalimler bu gücü ve desteği bulmasalar, cürümlerini gerçekleştiremeyecekler de. O halde, zalimlerin suçluluğu kadar, onlara bu gücü kazandıran ve destek olan unsurlar da bu suçta onlarla ortaktırlar, suçludurlar. Yani onlar da zalimdirler.
Bir suça açıkça destek verenin suçluyla aynı derecede suçlu olduğunun ayrıca sorgulanacak bir tarafı yok. Açıktan destek verenler de açıkça suçlunun kendileridir. Ama suçun oluşmasında desteği olmasına karşın, suçu olumlamayan ve böylesi bir desteği de vermediği inancında olanlar yok mu?
Emeviler döneminde yaşayan ve sanatıyla meşhur bir terzi varmış. Bu terzi aynı zamanda zalim Emevi yöneticilerinin elbiselerini de dikermiş. Duyarlı biri olacak ki, zalimlikleriyle ayan beyan olan Emevi yöneticilerine elbise dikme işinin, kendisinin zalimlere destekçi noktasında olup-olmadığı endişesine kaptırmış. Vicdanen bu sıkıntı altından kalkmak için âlimliğine itibar ettiği çağının bir bilginine bu sorununu iletmiş: “... Ben mesleğim gereği elbise dikmekteyim, terzilik yapmaktayım. Ve Emevi yöneticilerine de bu doğrultuda hizmet verip onların da elbiselerini dikmekteyim. Acaba bunu yapmakla, zalimlere destek olmuş olur muyum?...” demiş. Bilgin kişinin ona cevabı ise: “...Sen zalim olduklarını bildiğin halde, Emevi yöneticilerine elbise dikmekle onlara yardımcı-destek verici olmuş olmuyorsun, aksine sen bizzat zalimsin. Belki senin bu zalimlere elbise diktiğini bildikleri halde sana kumaş ve malzeme satanlar-verenler zalimlere yardımcı olmuş oluyorlar.”
Bu hikâyenin tartışılır-tartışılabilir yönleri bir kenara bırakılırsa, konu açısından zulmün kendi başına var olamayacağı, zulmün ancak bulduğu güç ve destekle ortaya çıkabileceğidir. Demek zulm olgusu onu ortaya çıkaran destekleri temelinde sorgulanmalı ve her olayın özelinde bu unsurların da asıl suçlu durumunda olduklarını ön plana çıkarmak lazım. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığının aynı oranda zulmü meşrulaştırıcı ve destek verici mahiyette olduğu, bu mantığı benimseyenlerin de bizzat zalimlerden oldukları hatırlanmalıdır. İnsanlık açısından bireysel çıkarcılık kadar kötü bir karakter olmasa gerektir. Ve belki bireysel çıkarcılık mantık ve karakteri, oluşan ve gelişen fitnenin ana unsurudur. Zulmün genişlemesi, giderek en dar alanlara kadar saldırmasına sebep olur. Çünkü bu bir karakteristik gelişimdir.
“Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur...” [4]
Ve zulüm daha çok, gerçekte duyarlı olup da, ona seyirci kalanlar sayesinde, bu seyirci kesilme potansiyelinin pasifliği sayesinde etkinliğini sürdürebilmektedir. Şu bilinmelidir ki tarafsızlık diye bir şey yoktur. En çok da ‘ben tarafsızım’ tavrının zulmün palazlanmasında destek olduğu bilinmelidir (bilinmektedir).
Zulmün yaptığının karşılığını-cezasını görmesi gerektiği hususunda kimsenin bir diyeceği yok elbette. Ama burada önemli olan, zulme eğilimin de suça iştirak mahiyetinde olup, cezalandırılması gerektiğidir. Ve yukarda ifade edildiği gibi, zulmün asıl gücünü bu ‘eğilim’lerden aldığıdır. Olgulara kalım hakkı veren ana ve tali unsurların doğru bir şekilde görülmemesi-saptanamaması halinde, olgular hakkında yapılacak bir değerlendiri ve teşhisin de sağlıklı olamayacağı gibi, çözümleyici hiç olmayacaktır. Olgular, onları ortaya çıkaran tüm unsurlarıyla birlikte tanımlanabilmelidir. Hâlbuki “olguların üstümüzdeki baskısını duyarız da, nefislerimizde taşıdığımız şeylerin bu olguların devam ve sürekliliğine ne kadar katkıda bulunduğunu kavrayamayız.”[5]
Zaten sorun da burada değil mi? Neticede insan olguların içinde yaşamaktadır. Yaşadığı olgular kendisinin de bir parçası olduğu veya oluşmasında katkısının bulunduğu olgulardır. Buna rağmen nasıl olur da hala insan şikâyetçisi (olumsuzlayıcısı) olduğu olguların kendisi ile olan ilişkisini görmez ya da görmemezlikten gelir.
Amerikan toplumu, Amerika yönetiminin dünyadaki zulmünü görmektedir. Çoğunlukla buna taraftar, (bir azınlığın dışında) geri kalanı da seyirci kalmayı tercih etmektedir. Kilise her zaman (tarihte olduğu gibi) yönetimin yanındadır. Amerika’nın Vietnam’daki, Kamboçya’daki, Irak ve daha nice yerdeki yıkım ve yağma saldırıları ciddi bir tepki görmemektedir. Şimdi Amerikalıların bu zulümden bağışık oldukları iddia edilebilir mi?
“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup- sakının. Bilin ki, gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”[6]
“Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu[7] yapmazsanız (kendi aranızda velayetinizi gerçekleştirmezseniz) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk olur.”[8]
Müslüman birey, sadece kendisine veya yakınlarına gelebilecek zarar nedeniyle fitneye karşı çıkmaz. Fitneye karşı çıkması, insanın yaratılış misyonu, yeryüzüne halife kılınma sorumluluğu gereğidir. Fitne, yeryüzü düzeninin ifsadı, bozguna verilmesi, insanlığın hayvan sürülerine çevrilmesi çabasıdır.[9] Her Müslüman, temelde her insan, böylesi bir çabanın genişlemesine karşı sessiz-duyarsız kalamaz-kalmamalı. Yeryüzündeki bozgunculuk çabalarına karşı sessizlik, bu bozgunculuğu güçlendiren direkt bir destek ve suça iştiraktir. Pasif kalmanın, zulmü ve zalimleri yüreklendiren, onlara saldırılarında cesaret kazandıran bir (ana) unsur olduğu bilinmelidir.
Din adamlarının zalimlerle olan işbirlikleri sonucu kitleleri koyunlaştırıcı ve zulmü meşrulaştırıcı rol ve tutumları, zulmün görülebilinmesini engellediği gibi, zulme karşı bir çıkışın da önünü kesmiştir. Bunu bilen zulüm otoriteleri din adamlarının (yanlarındaki) konumlarını-statülerini güçlendirmiş ve onları sürekli olarak kullanmışlardır.
Müslümların görevi; zalimleri koruyan-kollayan bu ana unsurun deşifresi ve tamamiyle ortadan kaldırılmasını hedeflemektir.
[1] Bu söz hadis değil, ancak bir kelamı kibardır.
[2] Hilm için bak. Toshohiko İzutsu.
[3] Cahil, bilgisiz değil, aksine bilgisine rağmen kurum ve kuruntu sahibi, konumunu (statüsünü) esas alarak mağruriyet içinde olan ve kendisini yeterli görme halidir. Kuran’da (mevcut genel-yaygın anlamına karşın) ‘cahil’ kelimesi bilgisizlik anlamında kullanılmamaktadır.
[4] Hud: 11/113
[5] Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları. Cevdet Said. s. 14
[6] Kuran, Enfal: 8/25
[7] Buradaki ifade ve vurgu bir hayli önemlidir. Bu yazıyı okuyacakların bu ifade üzerinde hassasiyet göstermelerini hatırlatmak isterim.
[8] Kuran, Enfal: 8/73
[9] Batı toplumlarının benimsedikleri yaşam tarzıyla giderek sürüklendikleri hal budur. Salt tüketen, tüketmek için var olan bir toplum.
* Siyah Deri Beyaz Maske, Franz Fanon. Seçkin Yay./1988-İst. s.114 ve 115