Osmanlının son döneminden altmışlara kadar gizli bir şekilde çeşitli düşünsel yapılar, gruplar içerisinde bulunup, akademik çerçevede kalan ve dergi, gazete ortamlarında var olma mücadelesi veren Türk Marxsist/sosyalist çevreler, Altmış iki anayasasının sunmuş olduğu özgürlükçü ortamlardan bir hayli yararlanmıştı.
Bu yararlanma, kısmen, eskiden olduğu üzere akademik çevre ile dergi ve gazete dolayımından silahlı örgütlenmeye kadar geniş bir alanı kapsamıştı.
Buna etki eden en önemli olay, hiç kuşkusuz dünyayı kasıp kavuran ve yapıp ettiklerinin bir domino etkisi sonucu Türk solunu da etkileyip içerine alan altmış sekiz kuşağının başlatmış olduğu eylemdi.
Bu, adeta 1789’da dönemin Paris’inde gerçekleşen Fransız devrimi/ihtilali gibi önemli toplumsal ve ideolojik bir etki bırakmıştı.
Tüm toplumu etkilemiş; muhafazakâr kitleyi daha bir devletçi kılmış; sol karşıtı olup mevcut devletle de arası pekiyi olmayan –hadi buna İslamcı diyelim- ideolojik yapılar içerisinde bulunan kişileri de etkileyip kıskandırmıştı.
Onlarında, kendi nam-ı hesaplarına, inanç, düşünce ve “ideolojik” açılardan ileride anlatacakları “inkılabî” hikâyeleri olacaktı.
Bununla birlikte, altmış sekiz kuşağının ufaktan ufaktan giriştiği ve halkı değil de, iç ve dış egemen güçleri(ABD’ye karşı NATO protestoları vb.) tedirgin eden eylemlerinden ziyade, toplum nezdinde muhafazakâr cenahın, gençliğe İslam adına verebilecekleri bilgilerin azlığı ve sığlığının yanında, gençlerin sola kaymasına set olabilecek düşünsel ve eylemsel bir yapıdan bir hayli mahrum olmaları, solun önünü açmaktaydı.
Muhafazakârların acizliği ve solun, aynı zamanda önemli bir gösterge sayılan kültürel alanda ağırlıklı hakimiyeti Türk solunu önlenemez bir noktaya taşıyordu.
Bununla birlikte, silahlı mücadelenin öncelenmesi, Türk solunu kısa yoldan sosyalist devrim hayaline kaptırmış oldu.
Hayalden ziyade, bu verili durum bir hülya olarak, neredeyse hayatın anlamı sayfasına adeta büyük harflerle not olarak düşmüş/düşürülmüştü.
Silahlı Türk solunun kısa süren ve yetmiş ikilere gelindiğinde devletin kalın duvarına toslayan devrim macerası sonrasında, aynı zamanda Türk solunun büyük oranda Kemalist çerçeveli ulusalcı yönü(ulusalcı sol) doğal olarak Kürt solunu şahıs, grup ve öbek olarak Türk solundan giderek uzaklaştırıyordu.
Bu şahıslardan en önemli figür İbrahim Kaypakkaya idi.
Daha sonra, gençliğinde, muhafazakâr/milliyetçi bir çizgide bulunduğu bilinen Abdullah Öcalan’ın kurucusu olduğu (Apocular, UKO’cular) PKK’nın salt Kürdistan’ın özgürlüğünden ziyade, Türkiye bütünlüğünde başta Kürtler ve Türkler olmak üzere bu topraklarda yaşayan tüm halkların katımı ile sınıfsız, kastsız bir toplumun oluşması adına sosyalizm mücadelesi vermek için yola çıktığı söylenmektedir.
Herkes birbirinden farklıdır. Bu meyanda düşünüldüğünde, haliyle İbrahim Kaypakkaya ile Öcalalan’ın da birbirinden farklı olması gayet doğal olmalıdır.
İkisi de Marxsist, solcu, sosyalist ve devrimci idi. İkisinin de görünen amacı sosyalist bir toplum inşa etmekti.
Bununla birlikte, her ikisinin de –birçok eleştiride bulunmuş olsalar da- gelmiş oldukları ortam Kür ortamı olmakla birlikte –salt kendilerine dayanak yapmayacak iseler de- farklı mezhebi ve kültür ortamlarından geliyor oluşları- işi ve duruşu ister istemez farklılaştırıyordu.
Bu durum, sosyolojik olarak kaçınılmaz özelliklere ve öneme sahip olmuştur hep.
Bunun açılımını, zaman zaman Öcalan’ın dine, İslam’a, onun birçok değerine atıf yapması –salt dinî anlamda değil elbette, ama- Kürt toplumunun kahir ekseriyetinin Sünni Müslüman bir kimlik sahibi olması üzerinde tezahür etiğinde çokça müşahede edildi.
Bundan dolaydır ki, PKK, doksanlarda Kürt mollalarına yönelik bir yapılanmayı hayata geçirmişti. Bir de son dönemlerde, sözde örgütten bağımsız, bir STK hükmünde örgütlenen Demokratik İslam Kongresi adı altında bir yapılanmadan daha söz edilebilir. Gerçi, PKK’nın bölge özelinde farkı dinlere ve mezheplere yönelik kurduğu yapılarda söz konusu olmuştu.
PKK, Marxsist/Leninist anlayıştan -taktik icaplı da olsa- dine saygılıymış gibi görünen; bu konuda kendince düşünce üreten ve atraksiyonda bulunan, bunun yanında bölgede var olan İslami yapılara önce diş bileyen, diş bileyemediği durumlarda onlarla anlaşma yoluna giden, kuracağı öngörülen yapı adına; tam bağımsızlıktan, federasyona, oradan özerkliğe ve en nihayetinde Kürt halkının kültürel haklarını, “kültüralist” yaftasıyla bir nevi mahkûm eden “demokratik barış çağrısı” ile bunu deklare eder bir anlayışa evrilmiş oldu.
İşin görünen kısmı bu. Bu açıklamada dile gelen konuların elbette devlet ile birlikte kotarıldığı görülecektir.
PKK tamamen silah bırakacak mı; bu henüz belli değil. Umarız olur, Olduktan sonra, yapı nasıl bir şekle bürünür; o da şimdilik meçhul.
Silah bırakıldığında, örgütün arta kalan üyelerini nasıl bir gelecek bekliyor; onlar nerede ikamet edecekler, ne yapacaklar; bunlarda cevap bulması gereken sorular.
Silah tamamen bırakıldıktan sonra, DEM Parti nasıl bir ortamda siyaset yapabilir, var olan alanı daralır mı, oy kaybına uğra mı; taraftar kitlesine ne olur, ola ki, ondan boşalacak yeri onun muadili olan partiler mi alır, yoksa, farklı ideolojik kulvarda “kurulup” hareket edecek partileri mi doldurur; bunlarda –en azından bizim için- cevap bekleyen sorular olmaya devam edecektir.
Her ne ise, bizler, PKK dışında bulunan, onunla hiçbir ünsiyeti olmayan insanlarız sonuçta. Onun lideri eliyle ve devlet ile yapılmış bulunan anlaşmaya bağlı olarak silah bıraktırma yoluyla miadının doğduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Gelecekte ne olacağını şimdiden bilmek zor, ama silah bırakma/bıraktırma/bırakılma durumu dahi bölge, ülke ve bu toprakların esas sahibi olan Türklerin ve Kürlerin vb. artık kan dökülmeden bir arada mutlu bir şekilde ve kardeşçe yaşaması anlamına geleceği için takdir etmek ve önemsemek gerekir.