Türkiye siyasal mücadele tarihi üzerine çok farklı boyutlarda analizler yapılabilir. Tarihsel süreç Osmanlı sonrası Türkiye’sinde, ilk deneyimleri 1876 1. Meşrutiyet ile başlayan toplumsal kesimlerin yönetim sitemine iradesinin yansıtılması üzerinden yaklaşık bir buçuk asır geçti.
Oldukça sancılı geçen süreçlerin ilk önemli kırılma noktası 1920 1. Meclis ile başlar. İmparatorluktan ulus devlete geçişin göstergesi olan 23 Nisan 1920 TBMM’nin ilanı, saltanatın kaldırıldığı 3 Kasım 1922 tarihine kadar bir çift başlılıkla devam eder. Ardından 2. Büyük kırılma olarak 29. Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı gelir. Şekilsel olarak yeni ulus devletin toplumsal temsili vilayetlerin meclisteki vekilleri tarafından sağlanmasına rağmen oluşan meclisin Mustafa kemal ve arkadaşlarının bir siyasal mühendislik üzerinden şekillendirdiği görülür.
Nitekim ilk mecliste yer alan ve saltanat, hilafet yanlısı, dini hassasiyeti ve kimliği olan şahsiyetlerin yer almadığı, dışlandığı, bazıları için itibar suikastı ile gözden çıkarıldığı görülür. Bu siyasal mühendislik çalışmaları, Mustafa kemal ve sonrasında ipleri eline alan İsmet İnönü’nün tek partili dönemleri boyunca katı bir otoriterlik üzerinden devam eder. Bu arada iki kez teşebbüs edilen çok partili siteme geçiş çabaları akamete uğrar, uğratılır. Yani Adnan Menderes ve arkadaşlarının CHP’den ayrılarak kurdukları Demokrat parti ile yeni bir dönemin başladığı söylenebilir.
Tek partili süreçte toplumsal iradenin yönetimi şekillendirdiğini söylemek mümkün değildir. Bu süreçte toplumsal siyasetin olmadığı, bu otoriter siyasal süreçte toplumsal itirazların siyasal parti örgütlülüğü dışında yer yer illegal bir takım çabalarla kendini yaşatmaya çalıştığı ve bu itirazların otoriter devlet yönetimi tarafından bir iç düşman tehdidi ile bölücülük ve mürtecilik olarak tanımlanıp cezalandırıldığı görülür.
Çok partili sürecin yarım asrı aşkın deneyimleri ise ulus devlet ideolojisinin kırmızıçizgilerine dokunduğu durumlarda askeri darbelerle terbiye edildiği bir siyaset geleneği yaşandığı görülür. Bu sürecin sosyal, ekonomik ve kültürel dinamiklerine yönelik gelişimin sistemin jakoben tarafını törpülemesine rağmen özellikle altı ilkeden biri olan devletçilik ilkesinin ürettiği devlet kapitalizminin kaçınılmaz bir sonucu olarak siyasi partiler üzerinden gelişen yapıların devletleşmesi oranında güçlü ve iktidara ortak olabildiği çok partili süreçler yaşanıldı. Bu durum partili siyasetin ekonomisini devletin akredite ettiği sermayeye bağımlı kılmasını beraberinde getirdi.
Siyasi parti örgütlülüğü üzerinden gelişen çok partili parlamenter sistem içinde partilerin ideolojik ilke ve değerleri, program ve söylemlerinin sağ, sol, milliyetçi, muhafazakâr olmasının toplumsal kesimler açısından anlamalı bir karşılık üretemediği, devletin katı ideolojik çizgisinin içinde kalmaya mecbur olduğu, bu sınırların aşılma riskinin belirdiği durumlarda, medya operasyonları, andıçlar, parti kapatma, muhtıralar, sonuç alınmaz ise darbeler üzerinden meflûç kılındığı bir siyasal gelenek tarihe not düşüldü.
Tarıma dayalı kırsal yaşam kültürünün, kente göçlerle yaşanan sosyokültürel değişim, iletişim dünyasındaki gelişimeler, eğitim seviyesinin artması, küreselleşmenin getirdiği teknolojik yenilikler ve dijitalleşme, toplumsal kesimlerin, statüko/devlet karşısında taleplerini daha belirgin kıldığı hızlı değişim sürecinin, sistemin kurucu ideolojisinin milliyetçilik ve din üzerinden dışladığı, asimle ettiği, yaşam hakkı tanımadığı toplumsal kesimlerin siyasal taleplerinin, siyasal parti örgütlülüğü üzerinden temsil eden oluşum ve yapıları güçlendirdi. Bu durumun bir sonucu olarak Ak parti ve HDP siyasal oluşumları Türkiye siyasal mücadele sürecinin son kırık yılında güçlenerek gelişmesini sağladı.
Ak partinin yirmi yılı aşkın iktidar deneyimi ile HDP ağırlıklı süregelen Kürt legal siyasetinin toplumsal kesimlerin beklentileri doğrultusunda bir değişim ortaya koyamadığı görülür. Bu durum kısmen statükonun ideolojik yapısının bir başarısı veya güçlü yapısallığı olarak okunabilir. Bunun yanı sıra HDP için PKK silahlı vesayetini aşmamasından kaynaklanan bir handikapın siyasal açılım alanlarını bloke ettiğinin altı çizilmelidir. HDP siyasal parti üzerinden yürütülen sivil siyaset bir yandan silahlı vesayeti aşamazken, diğer yandan silahlı vesayetin tehdit sopası üzerinden diğer Kürt sivil siyasi hareketlerine de yaşama şansı tanımadı. Kendi içinde ittifak çağrı ve girişimlerinin de Türk radikal solu hariç maya tutmadığı görülür. Hakpar, KDP, Azadi insiyatifi, PİA gibi Kürt meselesi odaklı partileri ile girdiği seçim ittifakları başarılı olmadığı gibi gelecek için umut vadeden bu yapıları da darmadağın etti. Düşmanlaştırdığı Hüdapar gibi yapılar ise bu çatışmaların gölgesinde daha derin polarizasyonların kontra araçsallaştırılmalarına terkedildi. Ayhan Bilgen, Altan Tan, Hüda Kaya gibi bireysel katılımları Kürd meselesinde, farklı kesimleri temsil eden çok sesli bir siyasal duruşun, güçlü bir siyasal muhalif söylemin parçası haline getirilemediler.
Ak partinin hızla toplumsal siyasetin adresi olmaktan uzaklaşıp, devletin ideolojik ikliminde farklı bir sentezle ilkesel düzlemde yapısal bozulmaya uğraması olarak tanımlanabilecek başarısızlığının temel nedeni olarak statüko karşısında etkili bir paradigma üretememesi, fikri ve düşünsel yetersizlikler olduğu görülür. Kuruluş dönemi sinerjisi içerisinde Türkiye İslami mücadele sürecindeki oluşum ve yapıların, cemaat ve çevrelerin desteğinin yanı sıra, demokrat, liberal, sol kimi çevrelerin desteğini alarak toplumsal kesimlerin büyük bir bölümünün temsil gücü ile iktidarı elde eden Ak partinin bu süreç içerisindeki politik açılımlarının paradigmal bir değişim üretmediği, FETÖ krizi, 15 Temmuz sonrası ise statükonun milliyetçi ve ulusalcı odakları tarafından teslim alınarak hızla devletleştiği ve bu gücün buyurgan ikliminde otoriterleşmekten kurtulamadığı görülüyor. Buyurgan ve otoriter söylemin kaçınılmaz olarak ürettiği derin sosyopolitik polarizasyon toplumsal kesimlerin statüko karşısında yalnızlaşmasını kaçınılmaz kılan bir süreci beraberinde getirdi.
Yaşanan bu sürecin hala tam olarak farkına varılmayan önemli sonuçlarından biri de İslami mücadele sorumluluk ve duyarlılığında olan oluşum ve yapıların itibarsızlaştırılması, değersizleştirilmesinin bir sonucu olarak kitleleri konsülde etmede yararlanılan birer aracı yapılar haline dönüştürülmesidir. Geçmişte devletin ideolojik akreditasyonundan geçmiş sağ/milliyetçi/mukaddesatçı partilerin yaptığı gibi seçimden seçime pazarlıklara cemaat ve yapıların küçük çıkarlar karşılığında pragmatist bir davranışa mahkûm kılınmasıdır. Ak parti ile yaşanan bu deneyimlerin öğreticiliğinin derinlikli analiz edilmesi gerekir. Bu bağlamda Türkiye İslami mücadele geleneği içinde yer alan yapı ve oluşumların öncelikli olarak partili örgütlenmelerle yaşanan deneyimlerin eleştirisine odaklanarak geleceğe yönelik bir yaklaşım ve tutum üretilmesi çabasını ortaya koymak olmalıdır.
Türkiye İslami mücadele geleneğinin yeni bir evirilmenin arifesinde olduğunun görülmesi bu farkındalığın ilk durağı olarak tanımlanabilir. Bu farkındalık Paradigmal değişimin siyasal mücadelede yeni imkânları üzerinde düşünmeyi gerektirir.
Gelinen süreçte toplumsal İslami sorumlulukların partili siyasi mücadele tekelinden kurtarılması olmalıdır. Tunus’ta NAHDA hareketinin deneyimi bu bağlamda incelenebilir. Hareketin Raşid el Gannuşi hareketin yaşadığı handikapları ve devletin ideolojik aygıtları ile oluşan çatışmaların sonrasında önemli bir stratejik değişimle siyasi parti örgütlenmesi üzerinden yürütülen çalışmaları, hareketin davet, tebliğ ve dayanışma çalışmalarından ayrılması yönünde köklü bir değişime gidildi.
Tunus ve benzeri deneyimler İslami toplumsal mücadelede sorumluluk ve çalışma alanlarının siyasi parti üzerinden bir iktidara gelme çabasına indirgenmeyeceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Türkiye siyasi geleneği Tunus, Mısır vb. diğer ülkelerden farklılıklar gösterir. Ancak ortak payda İslami mücadele ve sorumluluk sadece partili örgütlenmelere indirgenmeyeceği bağlamında bir duruma işaret eder. Toplumsal mücadelede geçmişte ortaya konulmuş deneyimlere bu bağlamda yeniden incelenmesi ve günümüz koşullarında yeni tanımlamalar ve açılımlara tabi tutulması gerekir.
Toplumsal mücadele sorumluluk iddiası, parti örgütlenmeleri dışında kalan, eğitim, emek, kadın, gençlik, akademi, medya, sosyal dayanışma gibi hayatın diğer tüm alanlarına yönelik program ve çalışmalar ortaya koyması gereken çabaları gerektirir.
Eğitim ve bunun üzerinden üretilmesi gereken teorik ve düşünsel üretkenliklerin tüm bu çalışmaların kalbi niteliğinde ve tüm yeryüzü için alternatif bir mefkûre, paradigma çabasına odaklanmalıdır. Bu nesilleri içine alan uzun soluklu bir programlamayı gerektirir. Bu çabaların vahiy iklimimde aynı evrensel değerler ortak paydasında olması ve ekonomi, hukuk, sanat, medya, mühendislik disiplinleri, eğitim kuramları gibi farklı disiplinler üzerinden informal esnekliklerde ancak aynı menzile yönelmenin ortak sorumluluk iklimini kuşanmanı bilincinde şekillenmesi gerekir.
Siyasal mücadele alanlarındaki sorumluluk ifası bağlamında şekillendirilecek toplumsal örgütlü çabaların paradigmal değişim üretmesi ancak yaşamın diğer tüm anlarına duyarlı çabalara, düşünsel üretkenliklere odaklanılmasına yönelik yeni imkanların farkındalığı ile gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda siyasi parti örgütlü mücadelesinin tüm toplumsal enerjimizi absorbe etmesine, iç çatışmalar ve parçalanmışlıklar üretmesine müsaade edilmeyecek yeni bir bilinç kuşanmasına ihtiyaç olduğunu altı çizilmelidir.
Kaynak: Farklı Bakış