İnsanoğluna verilmiş en büyük sermaye şüphesiz ki ömürdür. Ne var ki insan, sahip kılındığı bu nimetin farkında değildir. Nimetlerin değeri ondan mahrum olunca anlaşılıyor ancak. Mesela, özgürlüğün kıymeti, esaret veya cezaevine düşünce, sağlığın değeri hastalığa duçar olunca, varlığın değeri fakir kalınca ve gençliğin kıymeti de ihtiyarlık gelip çatınca anlaşılabiliyor. Ama saat gelip çattıktan sonra anlamış olmanın bir faydası olmaz.
Cebimizden eksilen birkaç kuruş para için yanıp tutuşuruz ama boş geçip giden günlere, yıllara acımıyoruz maalesef. Peki, nimetler henüz elden çıkmadan, hayat elden uçup kaybolmadan onu hakkıyla tanıma, değeriyle uyumlu işlerde kullanma imkânı yok mudur? Elbette ki vardır. Kur’an ayetleri baştan sona bu mihver etrafında dolaşır durur. İlâhi vahiy Kur’an ve onun açıklaması hükmünde olan Rasulullah (sav)'ın sünneti insana bu hakikati öğretme amacını ilk hedefleri arasına almıştır. Kur'an'ın ana amacı, insana doğruyu ve hidayeti göstermektir.
Modern insan, sahip kılındığı hayat sermayesini geçici arzu ve heveslerini tatmin etme ekseninde tüketme peşindedir. Oysa bu değerli sermaye bir şeye değmeyen, olumlu bir sonuca ulaştırmayan, fani hedefler uğruna heba edilip tüketilsin diye verilmemiştir. Paha biçilmez bu nimet, onun değerine denk bir işte kullanılmalı ki, hakkı verilmiş, şükrü eda edilmiş olsun. Hz. Mevlana bu hakikati şöyle bir hikâye ile anlatır:
‘Zamanın birinde, bir yerde fakir bir adam vardı. Zengin padişah, onun bu halini görünce ona acıdı. Yanına çağırdı ve bu fakirlikten onu kurtaracak antika bir altın verdi ve “Şu değerli antikayı al değerlendir de, bu fakirlikten kurtul” dedi.
Fakir adam verilen bu antika altını alıp gitti. Ne var ki, uzun bir zaman geçmesine rağmen bir türlü içinde bulunduğu yoksulluktan kurtulamadı. Halk, fakir adamın hâlâ perişan halde yaşamaya devam ettiğini görünce: “Yahu şu antika altını ne yaptın sen, neden seni şu fakirlikten kurtaracak bir işte değerlendirip bu kötü durumdan kurtulmadın?
Fakir şöyle cevap verdi: ‘Evet değerlendirdim’ dedi.
Halk: ‘Peki nasıl değerlendirdin ki, hâlâ bu fakirlikten kurtulamamışsın?’
Fakir: ‘O antika altını bir çivi yaptım ve oturduğum kulübenin duvarına çaktım. İçeri girdiğim vakit ceketimi ona asıyorum. Onu ceketimin askılığı olarak değerlendirdim.’ dedi.
Halk ona şöyle dedi: “Be hey şaşkın adam, sana o kıymetli antika altın şu değersiz işte kullanasın diye mi verildi? Ceketinin askılık görevini adi bir demir çivi parçası da görebilirdi. O antika altını bu değersiz işte kullanarak hem onun değerini anlamamış oldun, hem de onu sana layık gören Padişah'ın sana verdiği önem ve değeri de sıfıra indirip kendine yazık ettin”.
Başka bir hikâyede ise bu hakikat şöyle anlatılır: Kadının biri bir gün kucağındaki çocuğu ile birlikte bir mağaranın önünden geçerken içeriden gelen bir ses duyar: "İçeri gir ve ne istersen al, ama en mühim olanı unutma! Ayrıca: Sen çıktıktan sonra kapının bir daha asla açılmayacağını da dikkate al... Ancak bu fırsatı kaçırma, ama yine de en mühim şeyi unutma..." diyor, durmadan ikaz ediyordu.
Kadın mağaraya girer ve büyük bir servetle karşılaşır. Yığınla altın ve mücevherleri görünce şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak hemen büyük bir hırsla mücevherleri toplamaya başlar.
Bu sırada o esrarengiz ses yine duyulur:
"Yalnız sekiz dakikan var..."
Sekiz dakika çabuk geçer. Kadın toplamış olduğu kıymetli taşlar ve altınlarla birlikte mağaranın dışına koşar ve kapı kendiliğinden kapanır... Bu sırada çocuğunu içerde unutmuş olduğunun farkına varır, ama iş işten çoktan geçmiştir. Ağlamak, sızlamak, dizini dövmek, saçını-başını yolmak fayda vermez. Kapı bir kere daha açılmamak üzere kapanmıştır.
Aynı şey çoğu zaman çoğu insanın başına da gelir. Bu dünyada yaklaşık 80 senelik ömrümüz vardır ve bir ses daima bize: "Sakın en mühim şeyi unutma!" der gibidir.
Mühim olan açık, net bir şekilde bellidir, o da: "Ebedi hayatı kazanmak..."tır.
Kaybedilme ve riske sokamayacağımız şeyler:
Manevi değerler, doğru inanç, doğru arkadaş, doğru çevre, doğru aile, hakiki dostlar ve sana ayrılan sınırlı hayattır.
Maalesef biz en mühim şeyleri çoktan unutmuşa benziyoruz...
Ömür sermayesiyle ilgili bilinmesi gereken en önemli nokta onun çok çabuk geçtiğini unutmamaktır. İnsanın en çok yanıldığı nokta ömrün faniliğini anlamada gecikmesidir. Anladığı anda ise çoğu defa iş işten geçmiş oluyor. Ehli kalp hikmet ehli ve kimi şairler bu noktaya çokça dikkat çekmişlerdir. İşte onlardan bazı alıntılarla konuyu sonlandıralım:
Ana rahminden indim mezara
Bir kefen aldım ve döndüm mezara
Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi
(Yunus Emre)
Elindeyse zamana geçme dur diye dayat!
Bir sigara içmekten daha kısa bu hayat...
(N Fazıl)
Hz. İmam Ali (ra) de bu hakikati şöyle ifade eder:
“Ey insan! Senin için dün geçmiştir.
Bir daha geri gelmez.
Yarın ise kesin değildir.
O hâlde dem, bu demdir.
İçinde bulunduğun ânı iyi değerlendir”.
'Birader, dünya kimseye kalmaz. Gönlünü âlemi yaratan Allah'a bağla, işte o kadar.
Dünya mülküne itimat etme. Çünkü dünya senin gibi çok kimseyi barındırmış; sonunda kabre yuvarlamıştır. Mademki pak olan can çıkıp gidecektir, ha taht üzerinde ölmüşsün, ha toprak üzerinde.
(F Attar)
Biri, Bağdat çarşısında: “Ey insanlar, sermayesi erimekte olan kişiye merhamet edin!” diye bağırmaktadır.
Esmaî der ki: Gidip bu adam ne satıyor göreceğim, dedim. Sesin geldiği yöne gittim, buz kalıbı satan bir adam buldum. İşte o an, ASR sûresinin manasını anladım.
Kişinin kalp atışları der ki: Hayat, dakikalar ve saniyelerden ibarettir. (Şevkî)
Son olarak ünlü yazar Dostoyevski’nin söylediği anlamlı sözle konuyu noktalayalım:
“Hayata yeniden başlasaydım, saniyelerin nabzını tutardım”