Dağlar ile taşlar ile
Çığırayım Mevlâm seni…Yunus Emre
Günümüzün hızı belki, belki de hayatın her daim süregiden ayartıcılığı sürüklemekte ve tâbi kılmakta bizi de artık olağanlaşmış akıcılığına.
Öyle ki birazcık o akışın dışına çıkmak, geç kalmak ya da kenara çekilmek, bir şeyleri kaybetmeye dair tuhaf bir korkuya, bir iç burkulmasına yol açmakta.
Kaybedeceğimiz nedir; o olağan akışa tâbiliğin alışkanlığı dışında?
Bu sürüklenmenin icbarı, sadece bir alışkanlığa, bir yaşama tarzına boyun eğmenin ötesinde, bizzat hayatın asli yönüymüş gibi bize ne vaat etmekte; nasıl bir kurtuluş?
Oysa asıl bu kaba alışkanlık değil midir bizi hayatın sahiciliğinden, hakikatten koparan?
Deprem bu olağanlığı, bu asude akışı sarstı, temeldeki o çırılçıplaklığı, aczi bir kez daha hatırlattı.
Tabi bizi acze düşüren aymazlığımız, hazırlıksızlığımız, umursamazlığımızla, bir Japon’u hayatın anlamsızlığı, yeknesaklığı, heyecandan ve sürprizlerden yoksunluğu karşısında bunalıma düşüren aynı hissiyat değil.
Hayat salt teknik bir uğraş ve bir doygunluk meselesi değil çünkü ve ne de bizler akıllı birer makineden ibaretiz.
Beri yandan tabiatın asla ihmale gelmeyen sel, deprem, fırtına, kuraklık gibi döngüleri var. Toplumun ve siyasetin de krizleri.
Bu gerçeklikler temeldeki hakikati değiştirmese de, imtihanlarımız farklı ve kıyaslanabilirlikten epeyce uzakta.
Ramazan ve tabi oruç da bu olağanlığı sekteye uğratan başka bir olağandışılık.
Günün ve gecenin adeta tersine döndüğü o yön değiştiren akış, bizi hayatın farklı yönleriyle yüzleştirmekte ve aslında ne kadar unutkan olduğumuzu bir kez daha hatırlatmakta.
Tıpkı fırtınadan önceki o ani dinginlik gibi her şeyin nasıl da yavaşladığını ve tersine bir akışa tâbi kılındığını sezinlerken, tuhaf bir endişeyle de yalnızlaşmaktayız.
Yalnız değil miyiz aslında? Bizi büsbütün yapayalnız kılmayacak o dostluklarımız nerede?
Bir kere daha anımsıyoruz geçen yılları. Kimlerin gittiğini ve kimlerin kaldığını. Hayallerimizi ve düş kırıklıklarımızı.
Zaman zaman eski fotoğraflara bakarken kapıldığımız o izlenim gibi, eski dostluklar ya da şiirler gibi bir esinti, çekip çıkarmakta hayatın yeknesaklığından.
Sahi, ne yapmaktayız?
Nerede o kadri bilinmeyenler ve nerede o gençlik tutkuları?
Bir sabah hiç yoktan bir sebeple alıp başımızı gittiğimiz o delişmenlik, fütursuzluk.
Ayağımızı yerden kesen iklimiyle, sevecen bakışlarıyla karşılandığımız dostluklar; yabanlığı yakın kılan karşılaşmaların o tuhaf büyüsüyle, içimizi ferahlatan sözcüklerle süregiden muhabbetler.
Şimdi yeniden başlamalı mı hayatın asliliğini sorgulamaya, yeniden yoklamalı mı kapıları ve çıkış yolları aramalı mı?
Nerede o heyecanlar ki günümüz gençliğinin yoksun olduğu başka bir dünya mümkün heyecanını kışkırtan bir kasırga gibi döndürmekteydi başımızı.
(Öyle mi acaba yoksa bizler mi uzağız günümüzün gençliğinden ve heyecanlarından?)
Dışarıda tuhaf bir sessizlik var. İnsanın içini acıtacak denli bir yoksunluk. Bizi selamete çıkaracak yanlarımızsa ne kadar da nahif.
Etrafımıza yığılmış o kendimize özgü ihtişam ve itibar aslında birer varsayımdan, zandan öte ne? Her şey umutlanışlardan, sürüklenişlerden ibaret değil mi?
Kelimelerimiz bile yenilmekte bu akışa. Kendi sözlerimiz karşısında bile yabancılaştığımız bir dünya bize nasıl bir sığınak olabilir?
İşte o anlık duraklayışta, o istisnai sükûn anında durmuş yazıyorum bunları. Çekip alarak içimdeki sancıları ve koparak o ezici gerçekliğin icbarından.
Bana karşı olan ne ve ben neyin karşısındayım? Hangi cennet beni çağırmakta ve hangi cehenneme karşı savaşmaktayım?
Sarsılan ne ayaklarımın altında; toprak mı, toplum mu yoksa daha derin, tüm bu yüzeysel sarsıntıların bastırdığı bir çığlık mı var duymazlıktan gelmeye çalıştığım?
Yenik düşme korkusu belki bizi köşeye sıkıştıran. Oysa ne var elimizde avucumuzda sonsuza değin tutabileceğimiz? Çekip alınacağımız bu dünyadan geriye kalacak olan ne?
Kimisi ona bile yorar kafasını. Görkemli bir cenaze töreni mesela ya da bir mezar düşler; kalkıp da ziyaret edebilecekmiş gibi.
Hem etse ne olacak? Bunlar hakikatle uyumlu beklentiler mi, sahici kalıtlar mı? Kim ve nasıl anımsar seni? Nasıl bir umut bahşettin ve neler söyledin hakikate dair?
Ve ne kadar yakın kıldın kendini hakikate? Yerini yurdunu bile kaybetmeyi göze alabildin mi?
Oysa bir anlık sarsıntı yüzleştirmekte bizi olağanlığın sıradanlığıyla. Ezberlerinden uzaklaşan yüzümüz, bizi bile korkutmakta bu anlık göze çarpmada.
Neyiz sahi? Kimiz? Kim olmaya özenli ya da neden kurtulmanın endişesindeyiz?
Yoksa tüm gailemiz korkuyla sarıldığımız bu sıradanlığa gömülüp kaybolmak mı?
Sahi, hakikat nedir ki? Bizi olağan yüzleşmelerin dışına çıkarabilecek olan o cesaret kalbimizin sınırlılıklarını aşabilecek mi?
Kendi durduğumuz yeri sarsabilecek olan bir bakış yenilenmesi ki gündelik kaygıların dışına çıkarabilsin bizi.
Şu meşhur deyişle dünyaya fırlatılmış ya da hayata maruz kalmış varlığımızda, usul usul inşa ettiğimiz bu benlikte sahici payımız ne kadar?
Ali Şeriati’nin deyimiyle dünyamızın o dört zindanını ne kadar sorgulayabildik ve kendimize rağmen gelişen bir duruma karşı ne kadar vaziyet alabildik?
Kaldı ki farkına varabildik mi bunun, ayartıcılıklardan başımızı kaldırarak. Söz oyunlarına girip çıkabilmekle beyhudeleşmiş bir hayatın vasatlığını ne denli aşabildik?
Hayatla girişilmesi gereken o derin hesaplaşmanın kıyıcılığıyla yüzleşmemek için sığındığımız korunaklar içerisindeki bir bakış ne denli sahici olabilir ki?
Bir kere daha düşünmeli üzerinde olup bitenlerin, hem de düşmelerden önce ve yitirmeyi göze alarak aslında sana ait olmayan şeyleri, şeyleşmişliğini.
Varlığın baskısından kurtularak çıkmalı yeni güne ve olağanlığın akışından sıyrılarak; yoksa kendini yeni bir akışa kaptırarak değil.
Ve sözlerine sirayet eden, aklını karıştıran şu beylik lafları sıyırıp atmalı dilinden ve hatta susmalı bir süre, itikâfa çekilen münzeviler gibi.
Belki de sadece susarak dinlemeli dostların yüzündeki seslenişleri. O şimdiye değin sözlerine ve hatta imgesine kapılmaktan farkına varılamayan bakışlarındaki derinliğe dikkat kesilmeli ya da yüzünde giderek artan o zamanın izlerine.
Oruç susmaktır aslında, susarak konuşmanın bir yolu. Açlığın bizi nelere yakın kılacağının imkânı.
Mecbur kaldığın değil de kendini icbar ettiğin el çekmelerin, yoksunlaşmanın yarattığı bir sükût.
Ama beklenmedik bir altüst oluş sarstığında hayatı, bir çığlık ansızın kestiğinde sözümüzü veya hiç ummadığımız bir parlama aydınlattığında yolumuzu, günümüzü karartan bir telaş ya da gecemizi aydınlatan o bağış, hatırlatır bir kere daha aslında nerede ve kim olduğumuzu.
Etrafımızı kuşatan şehrin, tüm direncimizi yenerek bizi de kendi sürüklenişinde sıvılaştıran o akışkanlığın yanlışlığını ve oradaki yalnızlığımızı ve hakikate muhtaçlığımızı…
Kaynak: Farklı Bakış