Bizim neslimizin doğru düşünme sorunu var. Genel kabule göre bunun mantıkla ilgilisi var. Mantık doğru düşünmenin, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmanın ilke ve yöntemlerini koyar, doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmenin ayrımını yapar. Gazali, mantığın bir alet olduğunu söyler. Mantığa göre doğruluğu ve yanlışlığı kesin hüküm bildiren ifadeler birer önermedir.
Gazali’nin lüzum ve meşruiyet kazandırdığı mantığı İbn Teymi’ye ciddi bir eleştiriye tabi tutar. Sünni Ahbarilerin elinde radikal selefiliğin referansına dönüşmüş Şeyhülislama göre, ister Farabi ister Gazali’nin İslam’a dahil ettiği mantık, evrensel doğruluklara ve yanlışlıklara temel teşkil etmez; bu mantık Yunan metafiziğine ait olup üzerinde Aristo felsefesinin karakteristik özelliklerini taşır. Bizim referans alacağımız mantığın ana yurdu Babil olup, ilkelerini inşa eden İbrahim aleyhisselamdır. Ancak bu mantık bize mülk ve melekutun kapılarını açar.
Burada değinmek istediğim konu mantıkla veya mantık disipliniyle ilgili değil, Kant’ın kategorilerine bile dahil değildir. Belki tamamen kalbin halleri, manevi karar mekanizmalarımıza arız olmuş marazla ilgili olabilir.
Kalbte başlayıp süren marazın iki semptomundan söz etmek mümkün: Kişi eğer şu veya bu nitelikteki olay ve olguları gerçek sebeplerine, onların neş’et ettiği kaynaklarına inmeden komplo teorileri veya öznenin kötü niyetiyle açıklıyorsa, o kişi kalbin şifası zor marazına yakalanmış demektir. Komplo teorisi ve kötü niyet hamletme alışkanlığı marazın iki belirtisidir.
Aristo’dan tevarüs ettiğimiz düşünme tarzına göre kişiyi doğruya veya yanlışa götüren şey aklın düşünme sahası olan beyinde cereyan eder, Kur’an kaç yerde düşünmenin birer türevi olan tefekkürden, tedebbürden, tezekkürden, tafakkuhtan bahsederken, ilginç bir düşünme biçimine atıfta bulunur: “Akleden kalb” (22/Hac, 46).
Bu perspektiften bakıldığında her ne kadar mantık doğru düşünmenin kural ve yöntemlerini öğretiyorsa da, mantıktan önce kişinin duygu aleminde olup bitenlerin doğru veya iyi bir atmosferde cereyan etmesine bağlıdır. Kalb sıhhatili ise, bir düşünme aracı ve yöntemi hükmündeki mantık sayesinde beyin merkezli entelektüel, felsefi yeti ve çaba da bize eşya ve olayların hakikatine mutabık bilgi ve kanaatler verir. Kalpte olup biten iyi ise, yüce Allah bizim için iyiyi, kötü ise kötü ameli halkeder. (61/Saf, 5.)
Kalbin sıhhati üç prensibin rehber edinilmesine bağlıdır:
Eşyada aslolan ibahedir, beraat-i zimmet asıldır, hüsn-ü zan esastır.
(Haşiye: Bazı okurlarımız, gerekli korelasyonu kurmakta zorluk çekseler de, aşağıda anlatacağım olay, üçüncü prensibin bizim modern kültürümüzde kendine bir yer bulmadığını gösteriyor.
1989 yılında Hollanda’da kitap fuarının düzenlendiği Amsterdam Pauls Kerk kilisesinde evsizler için takdire şayan bir hizmet verildiğini öğendim. Tanıştığımız Kilise Papazı’nın bize verdiği bilgilere göre evsizler –ağırlıklı olarak uyuşturucu müptelaları- hergün akşam saat 19.00’da Kilise’ye gelirler, onlara çorba verilir, banyo yapar ve sabah 07’de çıkarlar.
İçlerinde Türkiye’den biri Adanalı, diğeri Sivaslı iki uyuşturucu müptelası da varmış. Kilise’nin karı koca hizmetlisi Mardin Süryanisi hemşehrimdi, bana iki Türk’e papaz efendinin özel bir oda ayırdığını söylediler. Tanıştığımız papaz efendiyle söz konusu odaya indik. Yattıkları yerden ayrı tertemiz küçücük bir mekan, yerde kıbleye göre serilmiş bir seccade, Kur’an-ı Kerim meali, bir ilmihal ve Hz. Peygamber’in hayatını anlatan bir Siyer kitabı bulunuyor.
Papaz efendi, belki dinleriyle ilgili bir şeyler okur, öğrenirler, uyuşturucu müptelasından kurtulurlar diye düşünmüş, Hıristiyanlık diliyle onlara hitap etmenin pek faydası olmayacağını düşündüğünden bu iki müslümana özel bir oda –küçük bir mescit- ayırmış.
Gel gör ki bizimkiler kat’iyyen oralı olmuyor, aylar geçtiği halde en ufak bir ilerleme kaydetmiyorlar. Papaz efendi, benim onlarla konuşmamı rica etti, Roterdam’a saat 16.00’da dönmeyi planlamışken ricası üzerine seve seve beklemeye karar verdim.
Bu arada ertesi gün yani Cumartesi günü sergilenecek kitapları gezerken Papaz efendinin gözüne Seyyid Kutup’un kapağından tanıdığı Siyonizm kitabı ilişince tedirgin oldu, bunu açıkta sergilememizin sakıncalı olduğunu, gören olursa Kilise’nin başının derde gireceğini söyleyip eğer illa satmak istiyorsak, serginin altında görünmeyecek şeklide tutmamızı rica etti. Yahudilerin Hollanda’da ne kadar etkili olduklarını o zaman öğrendim, hayretler içinde kaldım.
Biz de öyle yaptık.
Akşam evsizler geldi, bizim Adanalı ve Sivaslı ülkedaşlarımız da. Hemşehrim Hanna beni onlarla tanıştırdı, yazar olduğumu söyledi. Bana tuhaf tuhaf baktılar.
Takriben 25-30 arası yaşlardaydı, Üstleri başları berbattı, aramızda yarım metre mesafe olmasına rağmen fena kokuyorlardı, Sivaslı, Adanalıya göre nispeten daha iyi görünüyordu, ikisinin de gözleri şişkindi, kan çanağına dönmüştü adeta.
Önce sağdan soldan, havadan sudan konuştuk. Bana Hanna gibi Mesihi olup olmadığımı sordular, ben “Hayır, elhamdulillah Müslümanım” deyince yüzlerinde sevinir gibi ifadeler belirdi. Bu sevinç ifadesini sezince, faydası olur diye biraz da yazarlık yanında hocalık tarafımın da olduğunu satır aralarında ihsas ettim.
Biri orta okulu, diğeri lise mezunuydu, kitap okuma gibi alışkanlıkları yoktu.
Onlara Papaz efendinin onlara küçük bir mescit hazırladığını hatırlatıp niçin çorbalarını içtikten sonra mescide inip Kur’an meali, siyer veya ilmihal okumadıklarını sordum. Bana Sivaslı’nın verdiği cevap çok ilginçti
“-Sen bakma hocam papazın bize mescit hazırladığına, niyetini bilmiyoruz. Kim bilir kafasında hengi mel’anet yatıyor. Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu.”
Adanalı da Sivaslı’yı başıyla teyid etti. Üüzerinde uzun uzadıya düşündüm. Bu, Cumhuriyet’in bizim dışımızda herkese komplocu ve kötücül bakışımızı temellendiren ulusalcı/milliyetçi eğitiminin sonucuydu, Emevilerden Osmanlı’ya uzanan tarihten tevarüs ettiğimiz kibir ve birtürlü kritik etmediğimiz cürümlerimizle bir araya geldiğinde, ortaya çıkan acaib minel garaib ruh halidir.)
Bölgede son aylarda sürüp giden olaylara ilişkin yapılan değerlendirmelere bakıyorum, ne hüsn-ü zan, ne beraat-i zimmetin esamesi yok!
Komplo teorileri, kötü niyet, önyargılar, iktidar dili, spekülasyon, içi boş polemikler, retorik, itham, ispiyon, ihanet suçlamaları, tekfir vs. şeyler havada uçuşuyor. Bunların tümü kalbin kirleridir. Düşünme aletleri bu olanların hükümetler, devletler, örgütler, partiler tarafından yönlendirilmeleri kolay olur.
Bu öylesine bir musibet ki, kötü niyetli iç ve dış güçlerin sofistike komplolar kurmalarına, büyük yatırımlar yapmalarına hacet yok. Analitik düşünmeyen, çapraz okuma yapmayan ve ister dikey ister yatay söylemleri birer ta’limat kabul edip savunan zihinler komplolara gönüllü oluyorlar.
Yapılacak şey önce kalbin kirlerden arındırılıp zihnin doğru yöntem ve araçlarla çalışmasını sağlamaktır: “İbrahim Rabbine selim kalb ile yönelmişti” (34/Saffat, 84), Rabbi de ona “Göklerin ve yerin melekutunu göstermişti” (6/En’am, 75.)
Selim aklın manevi zemini selim kalbtir, bu tamı tamına “takva”dır; ikisi bir arada bulunmadıkça “Kitab’ın müslümanlara faydası yoktur” (2/Bakara, 2), faydası olmuyor da. Bu yüzden melekutun kapıları bize kapalıdır.
Kaynak: serbestiyet.com