“Hayatta her şeyi kaybedebilirsiniz hatta sevdiklerinizi… Ama bir insanın hayatta kaybedeceği en zor şeyi kimliğidir…”*
Kasım 22 2019 da gösterime girdi Naim; Cep Herkülü filmi. Filmin yapımcısı Dijital sanatlar yapımevi olarak Mustafa Uslu’nun ismini görüyoruz. Daha öncesinde Ayla, Türkiş-i Dondurma, Cicero filmleri ve en sonunda da Türkiye’de en çok izlenen 5. Film olmayı başarmış Müslüm Fimini yapan yapımcı. (maalesef 1. Ve 2. Hala Recep İvedik…)
Derdi olan, içinde insanımızın hikâyesi olan filmler.
Naim filmi de dünyanın en güçlü insanı unvanını almış, tek başına ülkemize en fazla Olimpiyat altın madalyası kazandırmış bir insanın kişisel hikâyesinden çok daha fazlasının anlatıldığı bir film. Beyazperdede Seul olimpiyatlarına katıldığında ve rekorlar kırarak altın madalyalar kazandığında dahi henüz 22 yaşında olan Süleyman Süleymanoğlu ile Hatice Süleymanoğlu‘nun üç çoğundan biri olan bir çocuğun Bulgaristan da yaşayan Türklerin kaderiyle ortaklaştırdığı bir hayat hikâyesinin filmini izliyoruz.
Film bir spor yâda bir sporcunun filmi değil. Bu yüzden film sayesinde bile olsa halter sporunun kuralları ve teknikleri konusunda bilgi dağarcığınızda bir genişleme olmuyor.
Naim filmi: Yaşadığı topraklarda azınlığa düşen, tarihi hesapların faturası çıkarılmaya çalışılan, Bulgaristan’da yaşayan Müslüman Türk azınlığın yaşadıklarını ve bu Müslümanların bir üyesi olarak çocuk olmaya fırsat bulamamış bu yüzden de sürekli ailesini, çocukluğunu özleyen “Babasının danası”, “Anasının kuzusu” olan “Naim kızancık”ın Müslüman Türk azınlığa ses olma çabasını izliyoruz.
Bir anne var. (Selen Öztürk’ün çok başarılı bir şekilde canlandırdığı.) Bizim Manisa, Muğla, yada Adıyaman da tütün toplayan yaşmaklı, tülbentli annelerimizden farksız Hatice anne. Yavrusunu bizim Torosların ekmeğini yiyip suyunu içen annem ve teyzelerimin bizleri sevdikleri gibi “anasının kuzusu” diyerekten seven evrensel kadınlarımızdan. Kasabadan kazaya giden oğluna “özlemicenni bizi oralarda” diye soran, payına Bulgaristan Mestanlı’da yaşamak düşmüş bir anne. Bir baba var (Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı) babalarımızın kaderini yansıtan. Hüznünü, yaşadığı her acıyı yutkunarak içinde tutan. Gürkan Uygun’un canlandırdığı ismi Enver Türkeri olan bir Antrenör/hoca var. Elini öpmeye çalışan onlu yaşlardaki Naim’e “hele dur be kızanım önce sana emeğimiz geçsin sonra el öptürmeyi de düşünürüz…”, “gölgede duranın gölgesi olmaz be kızanım, sen güneşe cık ki sen gölge olasın” deyip; 12’sindeki öğrencisine olimpiyatları hedef gösteren…
Komünist partinin şekillendirdiği Bulgaristan var. Sosyalist disiplinle şekillenen eğitim sisteminin ürettiği birey olamayan insanlar. Basit bir otomobil almak için ya uluslar arası bir başarınız yada komünist parti üyesi olmanızın gerektiği bir ekonomik yapıya sahip.
Tarihi bir kişilik olarak Avukat Nevzat Küçük var. Bulgaristan Müslüman Türk azınlığı asimilasyona karşı direnişini kavi kılmaya çalışan… Naim’e “herkesin bir silahı var. Kimi taş atar, kimi şiir yazar. Senin silahın ne ben bilemem. Bu halk için ne yapacağını sen bulacaksın” diyen.
Cep Herkülü NAİM filmi başlamadan ekranda yazan “bu film Naim Süleymanoğlu’nun gerçek hayat hikayesidir.” sözüyle başlıyor ve senaryoya kaynaklık eden kitabın Naim Süleymanoğlu’nun kardeşi tarafından yazılan Naim’in hayat hikayesinin anlatıldığı kitabın kaynaklık ettiğini öğreniyorsunuz.
Film geniş açıyla balkanların (Balkan sık ağaçlık yer anlamına geliyor) yemyeşil doğasıyla açılıyor ve biz Naim’in çocukluğunu ve arkadaşlarıyla dere sularında oynadığını görüyoruz. Ailesi ile beraber siyasi gündemlerin uzağında, dönem olarak da kısmen rahat bir siyasal iklimde mutlu bir çocukluk…
Çocuk işte! Kardeşiyle kasabanın yüzme havuzuna bilet almadan duvardan atlayarak girmenin yolunu buluyorlar ama havuz sahibi tarafından kovulmaktan kurtulamıyorlar. Onlar da kovulmalarının intikamını çocukça (Buraya yazmak istemediğim şekilde) alıyorlar. Halterdeki yeteneği keşfedilen Naim çocuk olmadan büyümek zorunda kalıyor ve ilk madalyasını 12 yaşında alıyor.
Naim’in güzel giden hikâyesi Bulgar Komünist Partisinin Türk azınlığı asimile etme kararı ile artık dramatik hal almaya başlıyor. Bir yanda isimlerine bile tahammül etmeyen kominist yönetim diğer yanda o yönetim adına madalyaları toplayan Naim’in kendisinin ve ailesinin açmazları.
Filmin nerdeyse her sahnesinde Naim’i ailesi olarak görenler var. Bu bazen Naim’i ellerinden kaçırmak istemeyen Bulgar hükümeti, bazen ona menemen pişiren Melbourne deki Türk toplumu üyeleri, ama en çok ta aklından ve rüyalarından çıkmayan annesi babası ve kardeşleri… Sürekli tekrar edilen annenin söylediği “çok uzak deel mi orası…” denilerek sürekli hissettirilen gerçek ailesinin hasreti ve yaşadıklarından dolayı filmde coşkudan çok hüzün hâkim. Filmin jeneriği akarken gösterilen Naim’in gerçek hayatında da Naim’in içinde ölene kadar var olan bir hasret duygusu var.
Naim nerdeyse tüm Müslüman Türk muhataplarına abi/ağabey anlamında “aga” diyor ve sadece Melbourne de yaşayan “sağcı” Türkler‘in yardımıyla kaçıp saklandıkları evin “bu çok küçük ya nasıl kaldırıyor bu kadar ağırlığı…” diyen çocukları hariç filmdeki herkes yaşça da cüsse olarak da kendisinden büyük insanlar…
Naim’in müsabakalar öncesi kaldığı otel odasında, kenarına oturduğunda ayaklarını tabana değdiremediği yatağında otururken, yüksekliğinden Amerikalar tarafından kendi adlarına yarışması için yapılan nakit 10 milyon ABD doları, iki ev ve araba teklifini reddeden Naim’in kişisel hırstan öte hedefleri var. Başarılarını Mestanlı’da, Kırcaali’de, Bulgaristan’da yapılan zulümleri duyurabilmek için bir araç olarak kullanıyor. 1988 Seul olimpiyatlarında üst üste rekor kırmak isteyişindeki temel motivasyon sesini olabildiğince çok duyulması çünkü; 18 aylıkken şehit edilen Türkan bebek başta olmak üzere “benim halkıma bir borcum var.” diyebilen bir insan.
İzlerken fark ediyoruz ki ne kadar çok şeyden, ağırlıklarınızdan vazgeçebiliyorsanız o kadar yükseğe çıkabiliyorsunuz. Filmde büyük başarılar için büyük fedakârlıklar gerektiğinin örneklerini görüyorsunuz.
Sinemada bir Türk filmi izliyorsunuz ama çok fazla altyazı var. Türkiye de gecen sahneler çok sınırlı. Bir nevi casusluk öğeleri de içeren filmimiz 7 iklim ve 4 kıtada geçiyor. Filmin finaline yakışan BM kürsüsünde geçen sahneler ise birebir yaşanmışlıktan alınma. Gerçek hayatta da Naim Süleymanoğlu’nun BM kürsüsünden yaptığı konuşmadan üç ay sonra Bulgar Komünist Partisi baskıları hafifletmek ve Türkiye gelmek isteyenler için sınır kapısını açmak zorunda kalıyor.
***
Film kendi ağırlığının üç katından fazlasını yüklenen Naim’in hikâyesini anlatırken başta oyuncular olmak üzere enstrümanlarını çok başarılı kullanıyor. Bir tek Naim’i otelden çıkaran Türklerin hali biraz sırıtsa da başka hiçbir yerde oyunculuk aksamıyor. Anne başta olmak üzere Naim’in hikâyesinin içindeki herkes olması gerektiği gibi. Baş rol oyuncusu Hayat Van ECK’İn Naim Süleymanoğlu’na olan fiziksel benzerliği ve Naim’in anlatılan dönemdeki yaşına uygunluğu hakkı verilerek kullanılmış bir imkan. Bizlerin Trakya şivesinden aşina olduğumuz Bulgaristan’daki Türklerin şivesi de Mestanlı’nın, Kırcaali’nin bizlere ne kadar yakın olduğunu gösterirken Belene kampındaki zulümlere engel olamayışımız da ne kadar uzak kaldığımızı anlatıyor.
Filmin dönemi yansıtmadaki başarısı müzik kullanımında yakalanamıyor. Profesyonel müzik kulağına sahip değilim ama bana müziğin “volümü” biraz fazla gibi geldi…! Birde Daha önce çok sık kullanılmış Fazıl Say’ın “ayan nedir, Pinhan nedir, nişan nedir” bestesinin çok yerinde kullanılmadığı duygusuna kapıldım…
Normal sinema süresine göre uzun olan (141 dk.) ama yine ancak yaşananların sıkıştırılarak anlatılabildiği sürede anlıyoruz ki Bulgaristan Mestanlı’da tütün toplayan teyzemizden, Kırcaali’deki Türk antrenörden, Belene zülüm kampında tutuklu Müslüman Türklerden, ilginç olarak 80 darbesinden çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda kalıp kaçtığı ülkede Naim’i vatana kazandırmaya çalışan üç hilalli milliyetçilerden, kaçırma operasyonunun diplomatik ayağını yürüten bürokratlardan ve Refakatçi savaş uçağındaki pilotlara varıncaya kadar kaderimizin ne kadar da ortak ve birbirine bağlı olduğunu hissediyorsunuz. Filmde daha çok vatanseverlik formunda milliyetçi bir ton hisettiğiniz en üst sekansta Avustralya’daki Ülkücüye söyletilen “bizim ülkemizde de 17 yaşında çocuğun yaşını büyüttüler asmak için…” sözüyle filmin derdinin sağcılık-solculuk olmadığı da güçlü olarak vurgulanıyor.
Birçok sahnede okuduğumuz alt metinler sadece bir vatan millet övgüsü yapmıyor aynı zamanda da yerinde (öz)eleştirilerle de insanı merkeze koyan bir anlatım gerçekleştiriyor. Naim’in her ayrılışta kendisine canı pahasına yardım edenlere teşekkür edemediğine hayıflanması gerçekte de bizlerin vefamızı göstermede ne kadar geç kaldığımızın da göstergesi gibi duruyor.
***
Dijital sanatlar Yapımevinin daha önceki yapımlarında da gördüğümüz özenli çalışmayı burada da görüyoruz. Seul Olimpiyatlarda rekor denemesi için halterinin altına girerken Naim’in avuç içlerinde su toplamış kabarcıkların gösterildiği bir saniyede hem Naim’in hem filminin başarısı için ne kadar çok çalışıldığını görüyoruz.
Yapımcıyı ve yaptığı işleri seviyoruz, Türk işi dondurma filminde oyuncularına Tee Avustralya’dan “Allah’ın Üsküplüsü sen Maraşı ne bilirsin…” dedirtmesini, Müslüm filminde duvardaki çerçeveletilmiş bir dörtlükten Aşık Veysel’e selam vermesini, Naim filminde Türk mezar taşlarının hepten kırılıp parçalanmaması için üstündeki yazıları silen imamın gözyaşlarını hiç göstermeden o imamın acısını yüreğimizde hissettirmesini çok kıymetli buluyoruz. Yapımcısının yaptığı işlere sadece seyirlik filmden öte misyonlar yükleyebilmesi ve bu duyguyu beyazperdenin dışına da taşırabilmesini takdir ediyoruz. Modern zamanların insanımızın hız ve haz duygusunu tahrik eden uygulamalarına inat insanımıza “bunlar yaşandı bu yaşananları unutma, unutursan senden geriye bir şey kalmaz. Unutma bunları! Unutursan sen diye, biz diye bir şey olmaz…” dedirten kurgusunu herkes için örnek olmasını diliyoruz.
Ülkemiz olarak büyük olmanın sadece bizle ilgili olmadığını Türkiye ne kadar büyükse Kırcaali’deki, Üsküp’deki, Bosna’daki Şu an Sırbıstan içinde kalmış Sancak’taki Müslümanın da o kadar büyük ve güvende olacağını hissetmemiz gerekiyor. Naçizane tavsiyemiz özellikle imkânı olan kardeşlerimizin Belli dönemlerde Antalya’ya gitmekten çok daha ekonomik olan bir yolculukla Üsküp ve ya Bosna’ya gidip oradaki bir Selahatin camisinde namaza durmaları istirham ederiz. Bosna’da, Üsküp’te nice balkan şehrinde tarumar edilmiş tüm ecdat yadigârlarına rağmen buraların çarşılarında, ara sokaklarında dolaşmanın, esnafa Türkçe selam vermenin Bursa’da dolaşmak hissini verdiğini çok rahat müşahede imkânı sağlar. Neyi kaybettiğimiz tekrar hatırlamak; nereden gelindiğini ve nereye gideceğini unutmayan her Müslüman yürekte “biz nasıl olur da buraları kaybederiz, hangi zaaflarımızın, hangi günahlarımızın sonucu buralardan ayrı düşeriz…” iç yangınını yaşamanıza sebep olacaktır.
İlginç bir şekilde ben öğretmen olarak atandığım Sakarya şehrinde ilk kaldığım evin Turgut Özal tarafından Bulgar Göçmenleri için yaptırılan Göçmen evlerinde kalmıştım. Bu kişisel tecrübe bile her birimizin hikâyesinin biraz ve çok fazla bir şekilde birbirine bağlı olduğunun göstergesi.
Derdimiz bir filme onun taşıyamayacağı misyonları yüklemek değil elbette. Belene kampında işkence görmüş eziyetler çekmiş “Küçük Aga”nın henüz daha 16’sındaki Naim’e ifadesiyle “herkesin silahı farklıdır kimi taş atar kimi şiir yazar… bu halka nasıl yardım edeceğini sen bulacaksın çocuk…” deyişindeki çağrıya destek çıkmak, çağrısını canlı tutmaktır…
* Naim Süleymanoğlu’nun 1988 de BM’de yaptığı konuşmanın giriş cümlesi.