Bir insan başka bir insanla, bir parti başka bir partiyle ve bir devlet başka bir devletle, insanlık, din veya bir ideoloji adına mücadeleye giriştiğinde, o mücadele insanlığın, dinin veya ideolojinin mücadelesi demek değildir; birileri evrensel bir kavramı tümüyle kendi tasarrufu altına almaya çalışıyor demektir. Evrensel kavramları kendi tasarrufuna alan, bütün hata ve günahlarını onun ardına gizleme fırsatı elde eder. İnsanlık, din veya ideoloji gibi kavramların dışına itilen ise insani hukukun da dışına itilmiş olur; hakkında kötü nitelemelerde bulunmak ve ona karşı her türlü aracı kullanmak mübahlaşır. Oysa adı ister insanlık, ister din, isterse ideoloji olsun; evrensel bir kavramın başına gelebilecek en kötü şey, evrensel olmayanla özdeşleşmektir. Çünkü bu özdeşleşme evrenselin yerelleşmesine, değerlerin siyasallaşmasına ve genel faydanın şahsi çıkara dönüşmesine yol açar. Evrensel olan, siyasetin veya şahsın elinde nesneleşir. Amacından tamamen uzaklaşarak her türlü icraatın meşrulaşmasını sağlayan kullanılışlı bir oyuncağa döner.
Ontolojik olarak evrenselin yeri, yerelin (iktidarın) “yanı” değil, onu rahatça görebileceği “karşısı”dır. Yanı görmek zordur; oysa fikrin denetlemesi, önerilerde bulunması ve hakemlik yapması için görmesi gerekir. Herhangi bir dinin veya ideolojinin mensubu iktidar koltuğuna oturabilir; bunda bir beis yoktur. Ancak o koltuğa oturduğu andan itibaren grubu onunla özdeş olmaktan ve onunla yan yana durmaktan çıkmalı, bir denetçi ve hakem konumuna geçmelidir. Böylece evrensel yerelleşmemiş, yol gösterici hakem konumunu daima sürdürmüş olur.
Yerele yönünü döndükten sonra, yani onu karşısına aldıktan sonra mesafenin uzaklığı veya yakınlığı önemli değildir. Yakın durmak katkı yapmak için, uzak durmak ise denetlemek için elverişlidir. İnsanlar kendilerine yakın hissettikleriyle katkı yapmaya dönük, uzak gördükleriyle ise daha çok denetlemeye dönük ilişki kurmayı isteyebilirler. Ancak sağlıklı katkı için de, sağlıklı denetim için de en uygun konumun “karşı”sı olduğunu asla unutmamak gerekir. Değerler, “karşı”da durdukları müddetçe ideal olma konumlarını sürdürür, hakem ve denetçi konumunu kaybetmezler.
İktidar koltuğuna oturanların, içinden geldikleri değerleri temsil etmekte başarılı olmaları da, başarısız olmaları da mümkündür. Evrensel, yerelin tasarrufuna girmediği durumlarda pratikteki başarıdan olumlu bir şekilde faydalanır ama toplum o pratikten sıkıldığında veya iyi bir pratik ortaya çıkmadığında ise yaşanan olumsuzluklardan etkilenmez.
Eğer böyle olmaz da, yerel evrenseli kendi tasarrufuna alırsa, her türlü haktan mahrum kalan ötekine “savaşmaktan” ve “radikalleşmekten” başka yol kalmaz. Değerleri tekelleştiren rakibini kendi elleriyle üretmiş ve siyasi muarızını düşmana çevirmiş olur. Güç dengesi kendi lehine olanlar böyle bir kamplaşmada sıkıntı görmeyebilir ve hatta kendileri için avantaj olarak değerlendirebilirler. Ne de olsa böyle bir kamplaşma, taraftarların sadakatini ve zindeliğini garanti altına alır. Onları sorgulamadan destek olmaya iter. Fakat değerler açısından büyük bir sıkıntı doğar. Evrenselin illüzyonuyla gözleri boyanmış olanlar; evrensel değerler zannederek gündelik siyasetin, evrensel fayda zannederek kişi veya kurumların esiri haline gelirler.
MUHALEFET NEDEN KÖTÜ GÖRÜLÜYOR?
Muhalefetin kötü görülmesi, kadim dönemlerden kalma bir anlayıştır. O dönemlerde evrenin tanrısal nitelikte ve değişmeyen sabit bir yapıda olduğu kabul edilirdi. Değişmez sabit bir yapının bilgisi er-geç elde edilebileceği için, evrenin hakikatine ulaşmanın mümkün olduğu varsayılırdı. Tabii doğası gereği hakikat sadece bir tane olmak zorundaydı ve hakikat iddiasıyla ortaya çıkan diğer açıklamalar eksik, kusurlu veya yanlış olmalıydılar. Hatta gerçek hakikatin görülmesine engel teşkil ettikleri için sadece “yanlış” olarak muamele göremezlerdi; birer engel, saptırıcı ve yanıltıcıydılar. Hakikate en fazla benzeyen en büyük tehdit idi; çünkü ayırdedilemez ve farkedilemezdi. Bu yüzden de en kötü sıfat olan fitne ile isimlendirildiler. İslam düşüncesinde de, İslam dışındaki hakikat iddialarının hiçbiri geçerli değildir. Bunlar hakikati bilmemek yönünden cahiliye, gerçeği inkar yönünden küfürdürler. İslam’ın farklı yorumları ise hakikati doğru anlayamamaları yönüyle eksik veya kusurlu, doğru anlaşılmasının önünde bir engel oluşturmaları yönüyle de fitne kategorisine girerler.
Bu yaklaşımın doğru olup olmadığı çok derin bir tartışmadır ve konumuzla doğrudan alakalı değildir. Ancak meşruiyet yönünden iktidardakini kayırdığı, muhalefettekinin de işini zorlaştırdığı ortadadır. “Tek hakikat” anlayışı yüzünden onunla irtibatlandırılan her şey onun bir parçasına dönmekte, gündelik siyaset evrenselleşip, kişisel veya kurumsal menfaat evrensel fayda halini almaktadır. Nitekim Hz. Ebubekir zamanındaki Ridde savaşları, gündelik siyaset kapsamında değerlendirilmesi yönünde çabalayan Hz. Ömer’e rağmen din savaşı olarak görülmüştür. Merkeze tehdit oluşturan her teşebbüsün fitne olarak nitelendiği bir gelenek başlatmış ve evrenselleşmiştir. İktidar ise Hz. Osman’ın “bana bu gömleği Allah giydirdi” sözünde müşahhaslaştığı gibi Allah tarafından verilen bir paye halini almış, Emeviler döneminde ise “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” şeklinde nitelendirilerek tamamen hakikatle özdeşleşmiştir.
Dolayısıyla Müslümanların zihin derinliklerinde iktidar, bütün iyiliklerin kendisinde toplandığı tanrısal bir makamdır. Muhalefet ise o iyiliklerin karşıtı bir tehdit veya düşmandır.
BÖYLE Mİ OLMALI?
“Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesiyle sorgulanamayan, itiraz edilemeyen yeryüzü otoritelerini gayrimeşru sayan ve “istişare” ilkesini siyasal sisteminin temeli haline getiren bir kültürün, dönüp dolaşıp bir çeşit yeryüzü tanrıları üretmesi ne kadar da manidardır! Maalesef böyle olmuştur. İşbaşına geldiğinde “hata yaparsam ne yaparsınız?” diye soran ve “kılıcımızla düzeltiriz” cevabını alınca mutlu olan insanlar, karışıklıkların engellenmesi için görevi bırakması istenince itiraz edebilmiş ve “bu gömleği bana Allah giydirdi” diyerek konumuna tanrısal bir rol verebilmiştir. Sonrasında ortaya çıkan ve “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” olarak tanımlanan hilafet kavramı ise ortaya çıkmış geleneğin isimlendirilmesinden başka bir şey olmamıştır.
Yeryüzünde İslam adına konuşan tek otorite olarak peygamber ve tek uygulama örneği olarak onun oluşturduğu devlet varken, hakikat adına konuşan diğerlerinin yalancı peygamber ve farklı çabaların da fitne olarak isimlendirilmesi gayet anlaşılır bir durumdur. Ancak birçok farklı İslam yorumu ve hangisinin doğru olduğuna karar verecek tek bir otorite yokken aynı anlayışın sürdürülmesi, gücü eline geçirenin diktasını besler. İktidarı ele geçirenin cenneti, diğer yorumların cehennemine dönüşür. Farklı yorumlara, iktidardakini devirip kendi diktasını kurmaktan başka bir yol kalmaz. İktidardakine her itiraz fitne ve fırkalar arasındaki her çatışma din savaşı halini alır.
Peygamberden sonra her ne kadar gelenekleşememiş olsa da, İslam düşünce sistematiğinde sorgulanamaz, eleştirilemez liderliklere yer yoktur. Sorgulama ve eleştirme fiilleri ise muhalifliği ve muhalefeti zorunlu olarak gerektirir. Ayrıca yöneticinin halk oyuyla seçildiği günümüzde otoriter yönetimlerin bir karşılığı yoktur. Günümüz siyaset felsefesinde muhalefet, yerine göre iktidardan daha önemli bir makamdır. İktidarın performansını, güç sarhoşu olmasını engeller ve halkın yönetime katılmasını sağlayarak “istişare” prensibinin toplumsal düzeyde işlemesine imkan verir. Böyleyken siyasi muarızını fitne olarak nitelendirmek bir çeşit dikta arayışıdır. Evrensel kavramları tasarrufu altına alarak kendine mal etme çabasıdır. Muhalefet içinde gerçekten fitne hedefleyenler bulunabilir, hatta tamamen fitne çıkarmak için kurulmuş yapılar da olabilir. Ancak bunlarla mücadele evrensel kavramlar üzerinden düşmanlaştırarak değil, somut suç fiillerini cezalandırarak olur. Somut suç fiilleri tespit edilemediği halde evrensel kavramlarla düşmanlaştırmak, iftira ve karalamadan başka bir anlama gelmez. Her yapı, söylemlerine ve icraatlarına bakılarak tek tek değerlendirilmek zorundadır.
Tevhid cümlesinin önümüze koyduğu ufuk çerçevesinde siyasetin hamurunun istişare olduğunu unutmamamız gerekir. Bu prensip sözün ve gücün toplumla olabildiğince paylaşılmasını zorunlu kılar. İstişarenin sağlıklı işlemesi ise farklı ve muhalif düşüncelerin varlığına bağlıdır. Muhalif söylem ve oluşumları zarar değil, dinamizmini hiç yitirmeyen bir toplumun garantisi olarak görmek gerekir.