08.06.2023
Bir modernleştirme projesi olarak
Geleneksel ulemaya alternatif müçtehit kral veya otokrasi
Geçenlerde Vahiy tarafından onay almış örfün sünnet ve siret olarak tecelli ettiği Medintü’n Nebi (Medine)’de ilk sinema salonu açıldı. Öteden beri Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (MSB)’ın yapmak üzere giriştiği reformların göstergesi olarak sinema salonlarının ne zaman açılacağı merak ediliyordu. Prens, daha öncesinde de önemli adımlar atmış, yabancı sanatçıların konser vermelerine izin vermiş, kadınların Dubai ve Bahreyn’deki gibi serbestçe giyinip dolaşmalarını sağlamış, bu arada İsrail ile de ilişkileri düzeltme girişimlerine başlamıştı. Batı medyasına göre onun 2016’da ilan ettiği “2030 vizyonu”, Suudi Arabistan’ı “tuhaf bir ülke” olmaktan çıkarıp sosyal ve ekonomik bir uykudan uyandırmayı hedefliyor. Kuşkusuz bu çerçevede sinema salonunun açılmasının, konserlere izin verilmesinin sembolik bir anlamı var, Suudi din ulemasına karşı bir hamleyi ifade ediyor. (1)
Selman’ın hayalinde Arap yarımadasının kuzeyinde yapay zekâ ve yüksek teknolojinin kullanıldığı sıfır karbon emisyonlu ultra modern bir kent kurmak. Arabistan’ı petrole bağımlılıktan kurtarmayı planlanan kentin şimdiden belirlenen kuruluş maliyeti yarım trilyon dolar.
Bizim açımızdan Prens Selman’ın planladığı reformlar, hem Müslüman dünyanın iki yüz senedir devam eden modernleşme politikalarını, hem de İslam siyaset teorisini yakından ilgilendirmektedir. Önce siyasal ve kamusal alanda ulema-iktidar ilişkisine bakalım:
Suud devletinin kuruluşunda ulemanın büyük katkısı var, bu ilişki aslında Abbasilerin orta zamanlarından başlayıp günümüze kadar süren iki taraf arasındaki mukaveleden (kontrat) farklı değildi. Sünni dünyada ulema siyasi mukavelede ya bir zümre ve kurum olarak (Şeyhülislamlık, Müftülâmm, Diyanet vs.) ya da bireysel olarak mukavelede taraf olur. Bazan ulema iktidarla mukavelede taraf olmayı kabul ederken –Emevi ve Abbasi yönetimiyle uzlaşmayı reddeden Hocası Ebu Hanife’nin hilafına Ebu Yusuf gibi- iktidarı bildiği gibi yönlendirebileceğini düşünüyor, bazen da siyasi toplumun nimetlerden yararlanmak üzere iktidarın bir parçası oluyor. Ancak genel teamülde iktidar daima ulemayı kontrolü altına alıyor. Osmanlı’da en tepede padişah olmak üzere, sistem üç sac ayağı üzerinde oturur: Seyfiye, Kalemiye ve İlmiye.
Safevilerin Şiileştirdiği İran’da durum farklı seyretti. Safeviler döneminde Şii ulema Sünni dünyada olduğu gibi iktidarın sac ayaklarından biriydi; Safevi-Kaçar hanedanı arasındaki uzun fetret döneminde merkezi iktidarın zorunlu fonksiyonlarını ulema üstlenince, Kaçarların duruma hâkim olduğu dönemde (1779-1925) ulema iktidarla uzlaşmadı, şahların Osmanlı benzeri ihdas etmek istedikleri Örfi Hukuku tanımadı, ortak fetva ile tahrim etti; kurumsal, ilmi ve mali özerk varlığını bugüne kadar sürdürdü. Bu süreçte Ayetullah Burucerdi (öl. 1961) ve İmam Ayetullah Humeyni (öl. 1989) iki merkezi şahsiyet olarak rol oynadılar. Tabii ki Kaçarlar ve Pehleviler döneminde şahların saraylarıyla işbirliği halinde olan “alimler” vardı, bunlar Sünni ve Şii selefleri gibi iktidarın politikalarına karışmıyor, günlerini gün etmeğe bakıyorlardı. Ancak sivil ulema nezdinde bunlar mübariz, mücahid ulema değil, iktidarın payandalarıydı. İmam Humeyni “Alim o ki, arif ve mücahid ola” diyordu.
Belki başlangıçta Müslüman dünyanın sosyo-politik çürümüşlüğüne karşı çıkmak üzere yenilikçi bir hareket olarak iktidara ihtiyaç hisseden Vehhabi uleması kralı desteklemeyi lüzumlu görmüştü, gel gör ki bir dönem sonra Kral Abdulaziz Abbasi, Selçuklu, Safevi ve Osmanlı selefleri gibi onları değersiz görmeye, açıkça onları aşağılamaya başlamıştı. Anlatıldığına göre 1921’de Abdülaziz katıldığı bir cenaze töreninde cenaze namazına katılan alimlere “i’galı için” (başörtülerini yerinde tutan siyah kordon) önemli olduklarını söylemiş, fakat “Her zaman i’galimi sallayabilirim ve siz de düşersiniz” demişti. Anlaşılan Muhammed Selman da kurucu atası gibi i’galini sallamaktadır.
Alimlerin yönetim nezdindeki algıları böyle iken, yine de kral ve kraliyet mensupları Vehhabi akımının güçlü temsilcileri alimlere karşı olumsuz tutum almamışlardı. Hatta zaman içinde alimlerin gücü artmıştı. Ulemaya karşı belki en samimi tutumu Kral Faysal’ın takındığı söylenebilir, o bir yandan dini hayatın ahlak ve hukukun sağlam zemini üzerinde yürümesine gayret göstermiş, diğer yandan kendi ülkelerinde baskı altında yaşayan alimlere ve fikir adamlarına kapılarını açmıştı. Mısır ve başka ülkelerde ağır baskılar altında yaşayan İhvan’ın en rahat sığınma yeri Kral Faysal’ın Suudileriydi.
Suud uleması 11 Eylül saldırılarının gerçekleştiği 2000’lerden sonra da etkilerini arttırarak devam ettirdiler. Süreç içinde iktidar ve ulema karşılıklı birbirlerinden yararlanıyordu. Suudi belgeleri üzerinde çalışan Amerikalı eski Ulusal Güvenlik Konseyi direktörü Peter Theroux’e bir üst düzey Suud yetkilisinin şöyle dediğini anlatır: “Biliyorsunuz, bu büyük sakallar bizim seçmenimiz sayılır.”
Tarihte ve bugün İslam ülkelerinin tamamında vuku bulan Suudilerde de yaşanıyor: Geniş imkanlara sahip ulema -siz buna muhafazakâr dindar aydınları, ilahiyatçıları, fıkıhçıları, kanaat önderlerini, yazarları da ekleyin-rahat bir hayat yaşıyor, serbestçe konuşup yazıyor, buna mukabil yöneticilerin politikalarına ve icraatlarına herhangi bir eleştiri getirmiyorlar. Theroux, söz konusu karşılıklı ilişkiye “Bu, Suudi devletinin uzun yıllardır esas aldığı uyuşturucu pazarlığıydı” diyor.
“Ta ki Muhammed bin Selman’a gelinceye kadar.”
Selman, yaşlı kralın yerine yönetim üzerindeki inisiyatifini arttırınca bu mukaveleden memnun olmadığını ihsas etmeye başladı. Vehhabi Selefi alimlerin tebliğ ve irşadları, sosyal kontrol mekanizmaları üzerindeki etkileri, sahip oldukları sivil destekleri, halk nezdindeki itibarları ve batı dünyasına karşı geliştirdikleri eleştirel dil ve retorikleri dolayısıyla Suud yönetimine sorun çıkarıyorlardı; ulemanın denetimsiz kalması Selman’ın Suudi Arabistan için düşündükleriyle uyuşmuyordu. Memnuniyetsizliği iktidarın ulema üzerindeki etkisinin az olmasından kaynaklanıyor, yoksa amacı denetimi bağımsız yargı kuruluşlarına devretmek değildir, onun niyeti ulema ile yöneticiler arasındaki kontratı bozup denetimi tamamen yöneticilere devretmektir.
Selman’ı buna sevk eden iki sebep söz konusu: Biri ulema toplumun muhafazakâr bir çizgide kalmasının önemli sebebiydi, kendisi ise Suudi toplumunu hızlandırmış programa dahil edip modernleştirmek istiyor; diğeri özellikle 11 Eylül’den sonra ulema kürsülerde ve TV ekranlarında Amerika ve batıya karşı öfke kusuyordu. İslam dünyasının yer altı ve yerüstü kaynaklarının batının elinde olmasına, İslam topraklarının askeri işgallere maruz kalmasına, kaynaklarının yağmalanmasına ve batılı hayat tarzının toplumun ahlaki hayatını ifsad etmesine şiddetle karşı çıkıyor. Bu ise Suudi yönetimini zor düşürüyordu. Trump krala açıkça, “Amerika olmasa tahtınızı üç hafta koruyamazsınız” demişti. Vehhabiler ve Selefiler Amerika’ya ne kadar öfkeli ise, Amerika da onlara adeta hasım kesilmiş bulunuyor. Demokrat Senatörü Chris Murphy, Körfezde ve dünyanın birçok bölgesinde Vehhabi hoşgörüsüzlüğünü pompalayan ulemanın yöneticilerin dağıttığı cömertçe paralarla beslendiğini söylüyor, monarşileri bu zümreye karşı sert, radikal tedbirler almaya çağırıyor.
Selman’a göre toplumun modernleştirilmesi takip edilecek temel politikayı teşkil etmektedir. Bu çerçevede Suudi yönetimi sistemli bir biçimde Vehhabi-Selefi düşünce ve din yorumuna karşı bir kampanya başlattı. Prens Selman’ın önünde önemli bir engel söz konusu, bu sadece reel durumdan değil, tarihsel İslam’dan günümüze devredilen bir miras.
Selman kendisine gelinceye kadar krallar ve kraliyet içinde yer alan yöneticiler sadece yönetirlerdi, İslam hukuku, Şeriat, fıkıh, fıkıh usulü, içtihat, hüküm istinbatı, nasların teşrii değeri vb. konular hakkında yönetim kademesinde yer alanların bilgileri yoktu, bu iş neredeyse tamamen bunun eğitimini alan alimlerin uhdesindeydi, dolayısıyla ulema güçlerini ve meşruiyetlerini bir ölçüde ilimlerinden alıyorlardı. Önemli bir bölümü “Saray fetvacısı”ydı, geniş maddi ve kurumsal imkanlara sahipti, yöneticiler diledikleri gibi zulmeder, harcar, savurur, her türlü ahlaki ve hukuki normu çiğner, ama saray uleması bunlara herhangi bir eleştiri yöneltmezdi, eleştiriye kalkışanlar ise bugün olduğu gibi şiddetli cezalara çarptırılır, ya idama mahkûm olur veya yıllarca hapishanelerde tutulurdu.
İslam ülkelerinde dindar-mütedeyyin liderlerin gerçekte ortaokul düzeyinde İslami bilgilerinin olması sorun teşkil etmiyor. Esasında yönetimlerinin referansı İslam olmadığı için, İslami ilimleri tahsil etmelerine gerek yok; halkı motive ve mobilize edecek sembolleri ve duyguları iyi kullanmaları yeter; işin fetva-dini meşruiyet kısmı Suudiler, Mısır vd. ülkelerde ulemaya, laik ülkelerde ise “din adamları”na, dini kurumlara ve ilahiyatçılara havale edilmiştir.
Prens Selman ise diğer yöneticilerden farklı, Kral Suud Üniversitesi’nde Şeriat/hukuk tahsili yapmış, İslami konulara aşina. Bernard Haykel “Muhtemelen Arap dünyasında İslami epistemoloji ve içtihatlar hakkında bir şey bilebilen tek lider o” diyor. İslam’da yönetim, Şeriat ve tarihi tecrübeyi iyi bilen Selman’a göre, İslami yönetimin başı Veliyyü’lemr yani hükümdardır, o da diğerleri gibi yönetime yön verecek bilgilere sahip olmalı, ayrıca belli bir din kurumuna, ulema zümresine veya din adamlarına ihtiyacı yoktur. Onlar alimse, yönetimin başı zat da alimdir, kendisi de içtihad eder, kararlar verir ve uygular. Bir içtihat başka içtihatla nakzedilmeyeceğine; bir müçtehit başka müçtehidin içtihadına uymak zorunda olmadığına göre, aykırı düşünen alimler ne kadar itiraz ederlerse etsinler, yönetici kendi içtihadıyla amel eder, bu hakka ve yetkiye sahiptir. Selman’a göre hukuki meşruiyeti alimlere devretmek demek, yönetim hakkını devretmekle aynı şeydir.
Selman gayet açık bir ifadeyle Kur’an’da yer alan hükümleri kimsenin değiştirmeye kalkışamayacağının altını çizdikten sonra, onbinlerce rivayetten müteşekkil hadis mecmualarının böyle olmadığını, birbirleriyle çelişen vürud zamanına ait hükümleri ihtiva ettiklerini, yani tarihsel olduklarını belirtir. Kur’an’da yoruma açık olmayan hükümler var, bunların sayısı hayli azdır, diğerleri ise yoruma açıktır, ama Selefi Vehhabi alimlerin neredeyse birer silah olarak kullandıkları hadisler için aynı şey söylenemez; yani hadisler Kur’an ayetleriyle eşit hukuki değerde ele alınamazlar. Kur’an ve Sünnet dışındaki hukuki teamüllere mesned teşkil eden kaynaklara gelince, Selman, hepsinin yoruma açık olduklarını, kendisinin bu yorumu yapma gücüne ve hakkına sahip olduğunu söylüyor.
Aslında Selman, 19. yüzyıldan bu yana süren bir tartışmaya nokta koymak istiyor:
Modern hayata geçmenin en büyük engeli gelenek, yani tarihi İslam’dır. Tarihsel İslam da büyük ölçüde gücünü hadis kaynaklarından almaktadır. Bizi Sünnet’e ve Siret’e götüren önemli kanallardan biri olan hadislerle amel edildiği sürece modern hayat tarzına geçilemez, bu usül tartışması kıyamete kadar sürebilir. Burada yapılması gereken hadisleri yani geleneği etkisizleştirip büyük sıçrama yaparak modern hayata geçmektir. Çünkü yalnızca Kur’an referans alındığında sabit hükümler çok azdır, iş hadislere gelince bunların sayısını tespit etmek bile mümkün olmadığından, burada gözetilecek nihai maksat Müslüman toplumun çıkarı/maslahatı olmalıdır. Bu akıl yürütmeyi sürdüren Veliaht Prens, en sonunda şunu demektedir: “Eğer toplumun çıkarı sinema açmak, turistlere ve Kızıldeniz plajlarında kadınlara izin vermekse, öyle olsun!”
Anlaşılan Selman, modernleşme projesini II. Abdülhamit ve Turgut Özal modeline değil, II. Mahmut ve Mustafa Kemal’in modeline dayandırmayı tercih ediyor. II. Mahmut ve Mustafa Kemal’inki yukarıdan aşağıyadır, emredici ve taşıyıcı araçları kullanır, antidemokratik, sivil rıza ve katılıma dayanmaz; “din-dışı” sekülarizasyonu hedefler; laiklik sekülarizasyonun resmi toplumun enstrümanı olarak kullanılır. Aşağıdan yukarıya doğru olan ve geleneksel kültürel formları kullanıp içeriklerini modernleştiren II. Abdülhamit, Özal modeli ise sivil rıza ve demokratik katılımı temel alır; kanaat önderleri yoluyla toplumu ikna etmek ister. Dinin sosyo politik hayat, ekonomi, hukuk ve idareye ilişkin temel hükümlerine başvurmaz, bol miktarda dini sembol kullanır; laikliği yumuşatır ancak sonuç itibariyle Müslüman toplumu sekülerleştirir.
Selman, II Mahmut ve Mustafa Kemal yolunda ama dine açıktan tavır almaz, projesini fıkıh, fıkıh usulü kelamı kullanarak meşru bir zemine oturtmak ister; bunu başarmanın da yolunun geleneksel ulemayı etkisizleştirmekten geçtiğini bilir. Selman’ın işi kolay değil. Daha yakın zamanlarda vefat eden Suud Müftüsü Abdülaziz Baz (öl. 1999), Amerikalıların Ay’a çıkmadıklarını, Ay’ın cisim değil, nur olduğunu iddia ediyordu (2).
Söz konusu reformların ulemanın hoşuna gitmeyeceği açık, hele Vehhabi-Selefi ulemanın terminolojisinde anahtar terim “bid’at ve harafeler”le mücadele ile “ma’ruf ve münker”i yerine getirmekle yükümlü tutulan Hisbe teşkilatının toplum üzerindeki kontrol yetkisinin savunulmasıdır. İran ve Afganistan’da da toplumsal hayatın İslami emir ve nehiyler doğrultusunda yürümesi görevini üstlenen kuruluş ve görevliler meşruiyetlerini buradan almaktadırlar. Osmanlı’da ulema, tarih boyunca saltanat ve padişahlık rejimine, Örfi Hukuk üzerinden işlenen cinayetlere, siyaseten katllere ses çıkarmazken, siyasi toplum içindeki resmi konumunu korumak üzere yeniliklere, Tanzimat ve Islahat’la gelen reformlara karşı çıkıyor, “Şeriat-ı Garra-i Muhammediye”yi koruduğunu öne sürüyordu. Suud uleması da bir yandan Selman’ın reformlarına karşı anti emperyalist retoriğe hız veriyor, diğer yandan toplumsal ahlakın çürümüşlüğüne vurgu yapıyor.
Bu konu üzerinde hayli etraflıca düşündüğü anlaşılan Selman, savunduğu yaklaşıma “ılımlı İslam” demenin yanlış olduğunu söylüyor. “Ilımlı İslam” tabiri aşırıları ve “teröre başvuran” grupları sevindirir. Hayır, buna verilecek iyi isim “öze dönüş”tür. “Ilımlı İslam”, İslam’ı başka şeye dönüştürür. “Biz Hz. Muhammed (s.a.) ve Dört Halifenin uyguladığı gibi özümüze, saf İslam’a geri dönüyoruz. Hz. Peygamberin ve Dört Halifenin öğretileri mükemmeldi.”
Geleneksel fıkıh açısından Selman’ın öne sürdükleri doğru. Yani yöneticinin İslami ilimleri üstünkörü değil iyi bilmesi, hatta içtihat edebilecek formasyonda olması şarttır, geleneksel Sünni ulema fıkıh ve kelam kitaplarında “Halife’nin şartları”nı sıralarken, söz konusu fıkhi/ilmi yeterliliğe işaret etmiş; ortalama insanın sahip olduğu dini bilgilere sahip kişinin Müslümanların yöneticisi olamayacağını belirtmişlerdir. Ulemanın yöneticide yüksek ilmi formasyon aramasının bir sebebi, yönetimleri altında yaşadıkları zorba halife ve sultanların aslında sınırlı dini bilgileri dolayısıyla bu işe ehil olmadıklarını ima edip verili iktidarın gerçek İslami iktidar olmadığını vurgulamaktı. İmam Şafii’nin hem epistemolojik ve hem hükümlerin istinbatında kaynak olarak Sünnet’te ısrar etmesinin bir sebebi zorba yönetimlere muhalefete sağlam bir istinat göstermekti.
Fakat dini ilimleri iyi bilenin yönetici olması sorunu çözmeye yetmiyor. “Ben de müçtehidim” diye öne çıkan bir yöneticiyi otokrat olmaktan engelleyen kontra tedbirler nelerdir? Mesela kurumsallaşmış, bağlayıcı prosedüre bağlanmış istişare ile kuvvetler ayrılığı, muhalefetin ve ifade özgürlüğünün teminat alınması gibi hususlar yöneticinin hukuk bilgisine sahip olması kadar hayati derecede önemlidir. Söz konusu kontra tedbirler olmadığında müçtehid yöneticiyi otokrat olmaktan ne engelleyebilir?
Bir başka husus, prensipte herkesin kendi içtihadına uymakta özgür olması, bir müçtehide tâbi olan toplulukların da başka müçtehidin içtihadına uymada zorlanmaması ilkesidir. Bu, batılı demokrasilerin çok ötesinde sivil medeni alanda gerçek çoğulculuğu garanti almakla beraber, iş müçtehit yöneticiye geldiğinde bir anda totaliter/monolitik bir ilkeye dönüşebilir. Zira müçtehit yönetici “Ben başka müçtehide uymak zorunda değilim” deyip kendi içtihadını yani kendi sosyo politik, ekonomik ve idari görüşlerini resmi içtihat/görüş-ideoloji haline getirdiğinde, çoğulculuğu teminat altına almak üzere vaz’edilmiş içtihat prensibi kendi maksadının zıddına döner. Bu ciddi mahzuru gidermek kurumsallaşmış, bağlayıcı yasalar ve kuruluşlarla teminat altına alınmış istişare sürecini ve istişare mekanizmalarını işler halde tutmaktan, düşünce ve ifade özgürlüğünü korumaktan, kuvvetler ayrılığını, sivil alanı güçlü kılmaktan geçer.
Tarihsel ve reel İslam’da şura ve istişareden, yöneticinin her konuda değil, kendisinin belirlediği meselelerde belli kimselerle konuştuktan sonra kafasındakini yapması anlaşılmıştır. Bu yüzden bazı fıkıh kitaplarında “yöneticinin istişare etmesi caiz ama karara uymak vacip değildir” denmiştir. Kaldı ki istişare heyetinde yer alan kimseler, yöneticinin zihin haritasını, eğilim ve ihtiraslarını iyi okuyan aydınlardan, kanaat önderlerinden ve alimlerden oluşur. Bunun Kur’an’ın emirleri ve Resulüllah (s.a.)’ın sünnetiyle ilgisi yoktur.
Mevcut durumda İslam ülkelerinin liderleri kısm-ı azamisiyle İslam hukuku ve İslami tefekkürü konusunda cahildirler; onların her icraatına fetva veya dini meşruiyet tedarik eden saray uleması, iktidar nimetlerinden nemalanan cemaat ve tarikatların, dernek ve vakıfların, birer devlet bürokratı ruhuyla yazıp çizen dindar aydın ve akademisyenlerin desteğinde kitleleri taabbudi seviyedeki amelleri, kutsal ve tarihi sembolleri birer uyuşturucu aracı kullanıp yönetiyorlar. Çağımızda ilmi donanımı yanında yönetici donanıma sahip çok az bilgin lider çıktı: Ebu’l A’la Mevdudi, Ayetullah Humeyni, Raşid Gannuşi ve bir İslam alimi olmamakla beraber bir alimin haiz olduğu yüksek politik bilince sahip Aliya İzzetbegoviç.
Belli ki Veliaht Prens Selman ise başka bir şey söylüyor. Bir yandan Eflatun-Farabi’nin ele aldığı “bilge-kral” modelini ima ediyor, diğer yandan laik aydın ve siyasilerden farklı, modeline İslam fıkıh ve tefekkür zemininde meşruiyet arıyor.
Selman’ın teziyle ilgili ilk elde sorulacak sual şudur: Liderlerin İslam hukuku ve İslam tefekkürü konularında yeterli formasyona sahip olmaları gerekli sebeptir ama yeter sebep mi? Hayır!
Eğer iyinin ve doğrunun ne olduğunu bilmek, iyiyi ve doğruyu yapmanın teminatı olsaydı, bugün İran dünyanın en özgür, en ahlaki, hukuka dayalı ve adil yönetimine sahip ülkesi olurdu; çünkü hem ulema yönetimde söz sahibidir hem yönetimi en tepeden kontrol etmekle yükümlü olan Velayet-i fakih konumundaki Ali Hameney müçtehit bir ayetullahtır.
Dört Halife dışında İslam hukukunu ve İslami tefekkürü gayet iyi bilen iki halife görülmüştür: Biri V. Raşid Halife veya II. Ömer ünvanını kazanmayı hak eden Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz (öl. 720), diğeri 21 sene Mutezile’nin Halk-ı Kur’an görüşünü eleştiren alimlere hayatı zindana çeviren 7. Abbasi halifesi Me’mun (öl. 833). Nitekim Selman, yönetimi Vehhabi Selefi alimlerin denetiminden kurtarmaya çalışırken, monarşiye yönelik herhangi bir eleştirinin yapılmasına müsamaha göstermiyor.
Öyle de olsa Selman’ın açtığı tartışma iki açıdan faydalıdır: Biri, İslami/İslamcı siyaset teorisini yakından ilgilendiren bir konu olması; diğeri demokrasilerin seçime indirgendiği İslam ülkelerinde bilinç sahibi insanların kime destek vereceklerine karar verirlerken, dindar kimliğiyle öne çıkmış siyasilerin gerçek ilmi, fikri ve takvaya dayalı formasyonlara sahip olup olmadıklarını tercih sebebi saymaları.
Burada “takva”dan ne anladığımı belirtmem lazım. Her alanda takvanın tecellisi, tezahürü ve kriterleri farklıdır. Siyasette takvanın kriterleri, yöneticilerin namaz kılması, oruç tutması, dini ve tarihi sembolleri öne çıkarması değildir. Takva, yöneticinin hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ilkelerini koruması; ahlaki dürüstlük, görev dağıtımında liyakat ve ehliyet prensiplerini gözetmesi; Beytülmal’ın parasını emanet olarak bilip kullanması; hayat tarzı ve harcamalarının toplumun ortalama gelir düzeyindekilerle aynı olması; hangi dine, inanca ve siyasi görüşe sahip olursa olsunlar toplumsal gruplar arasında ayırım yapmadan cezai ve gelir adaletinin tesis etmesi; ifade özgürlüğü, farklı toplumsal gruplar arasında ihtiramı sağlaması; bir kesimin aleyhine ve zararına kullanılmaması kaydıyla herkese özgürlük ve herkes için özgürlüğü teminat altına almasıdır.