Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Sait ALİOĞLU


Modernleşmeye dair bir derkenar

Batıda sadır olup en başta orada bulunan toplumu modernleş(tir)me ameliyesi; dinden, dile, eğitme ve giderek hayatın tümüne, onun kılcal damarlarına sirayet edercesine uygulanmıştı.


Hemen her devletin, hangi çağda olursa olsun; kendi geleceği ve bekası ile vatandaşı olduğu insanları, toplumları elde tutmak için, kendi salahiyet sahası içerisinde, -çoğu zamanda aşırıya kaçarak- birtakım yol ve yöntemlere başvurduğu görülür.

Bu başvuru yolları, ya din gibi büyük anlatılardan sadır olan formlar şeklinde, ya da seküler anlamda aydınlanmacı bir mantıkla ortaya konmuş bulunan modernizmden kaynaklı yol ve yöntemlerle vücuda getirilmişti.

Batıda sadır olup en başta orada bulunan toplumu modernleş(tir)me ameliyesi; dinden, dile, eğitme ve giderek hayatın tümüne, onun kılcal damarlarına sirayet edercesine uygulanmıştı.

İslam dünyasında da, bu ameliye; üç Müslüman ülkede vücut bulmuştu; Osmanlı, İran ve Mısır.

Bu ameliye, İran’da ve Mısır’da olduğu üzere bizde de dönemine göre birçok alanda diğerlerine nazaran görece büyük olan şehirlerde ve özellikle de yönetim merkezleri ile civarlarındaki yerlerde neşvünema bulmuştu.

Aslında, başta istenende buydu; kırsalda yaşayan ve onlara göre “hesaba, kitaba gelmeyecek olan” yığınları kendi hallerinde bırakıp sistemle birlikte hareket etmesi gereken elit sınıflar oluşturmaktı.

En azından Osmanlı modernleşmesinden istenen, tamı, tamına buydu. Bunda da başarılı olunmuştu.

Bir de Osmanlı modernleşmesi, bu işin ruhuna nüfuz etmiş bir avuç elit çevreyi sarf-ı nazar ettiğimizde, geri kalanın için modernleşme, ruhen değil de şeklen söz konusu idi.

Kim ne ders desin, saray çevresinde bulunmaya özen gösteren zevatın büyük bölümünün batıcı paradigmalar ve yaşam tarzlarına sahip olması/onları sahiplenmesi kısmen şekilcilik içerse de, sarayın modernleşmesi bizzat ruhen idi.

İşin esprisi gereği, yönetimler kahir ekseriyetle hangi çağda ve coğrafyada yaşıyor olurlarsa olsunlar, başka diyarlardan sadır olup onları da “ziyaret eden” durumlara bigane kalmaz/kalamazlardı. Kalmış olsalar, işin esprisi, tabiri caizse suya düşer ve fırsat elden kaçırılırdı. Bu fırsatın, cumhuriyetle birlikte de elde tutulduğu görülmektedir. Zira aklı yolu birdi.

Devlet, kendini, fiziki olarak Osmanlıdan elde kalan toprakların üzerine kurup, yenilemiş, ama içerik olarak pür batıcı bir hale bürünmüştü.

O da, kendi elit taifesini ve sınıfını oluşturmuştu; iktisadi alanda devlet eliyle bir şeyler yapılmış, yine onun katkıları ve ‘Anadolu insanı’ndan elde edilen maddi değerlerle(para vs.) sermaye birikimi gerçekleştirilmiş, devlet ile birlikte hareket eden özel sektörün baş başa verdiği türüne özgü, adına da “devlet kapitalizmi” denen –aslında tüm açıklığıyla sosyalist- bir yapı oluşturulmuştu.

Modernleştirilme, bizim gibi ülkelerin ve toplumların tümünde olduğu üzere, halk katmanında büyük oranda inkîlaplar yoluyla sağlanmaya çalışılmıştı;

Yoksa öyle iddia edildiği üzere, halkın kahir ekseriyetinin iktisadi alanda gelişmesini sağlayacağını varsayacağımız yapılanmanın, halktan ziyade, o sisteme baştan beri bağlanmış olan yeni sınıfla sınırlı kaldığı görülmektedir.

Halkın, sistemin baskısı sonucu, inancından zoraki de olsa soyutlanması, onun, iktisadi anlamda müreffeh olmasına katkısı sunmamış, onu daha da fakirleştirip Amerikan yarımlarına muhtaç hale getirmiştir; örneğin, süt tozu, kadınların giysi için kullandığı pazen kumaşı vb. buna en belirgin delil olarak gösterilebilir.

Bu durum, sözde devlet kapitalizmi ile kendi sınıfını oluşturan Kemalist sistemin, “tek parti iktidarı” alaşağı edildikten(!) sonraki –görece liberal- dönemlerde de devam etmiş; nihayetinde, bu durum Özal döneminde peyderpey ortadan kalmış oldu. Bu dönemde, birçok alanda özgürlük ortamları oluşmuş ise de, ekonomi alanında eski alışkanlıkların büyük oranda devam ettiği görülecektir.

Basit gibi görülebilir, ama Özal’ın “bürokrasiyi azaltma” adına uygulamaya koyduğu “dilekçelerde arık damga pulunun” kullanılmayacak olması, berberinde birçok yeniliği de getirmiş oldu. Ama 12 Eylül darbesinin yapılmasının esas sebeplerinden biri olan “ekonomiyi devlet tekelinden çıkarma” düşünce ve eylemi, karşı eylemlerin baskınlığı sonucu zar, zor uygulanmıştı.

Devlet kapitalizminin, belki de salt “halkı koruma, onu ezdirmeme ve kendi geçimini sağla(t)ma düşüncesi” içerisinde, yerli ve yabancı sermaye ile birlikte, KİT’lerin varlığı, o dönemde başlayan özelleştirme ameliyesi ile gerilettiği söylenebilir.

KİT’lerin özelleştirilmesinin iyi ve yanlış tarafları da söz konusu idi. Dikkat edilirse, onun kötü bir tarafından bahis açmadık. Bu, bahsi diğer bir mevzu.

İyi tarafı; onun, baştan beri Kemalist sistemin, halkın öz sermayesi ile oluşturulan bu yapıların, sisteme angaje olmuş “ideolojik çevrelerin” arpalığı olarak, var olan yanlıştan dönülmesi; onları, ya yeniden tanzim etmek, ya da hakkaniyetli bir şekilde özelleşmesini sağlamaktı.

Bunda ne kadar rasyonel davranıldı, bilinmez, ama olması gereken buydu.

İşin yanlış tarafına gelince, yukarıda ‘iyi taraf’ adına vermeye çalıştığımız cevap bir açıdan, konuyu izah eder durumdadır.

En yanlış taraf ise, AK Parti dönemine kadar varlığı söz konusu olan ve devlet ile milletin alanla ilgili plan ve programının ortaya konup işlerin doğru dürüst yürütülmesini sağlamak için onlarca yıl önce kulan DPT’nin, ‘Devlet Planlama Teşkilatı’nın lağvedilmesi olarak ülkenin ekonomik kalkınma tarihine geçmiş olmasıdır.

Parlamenter sistemin gereği üzere ihdas olunan Başbakanlık sistemi lağvedilip yerine “tek kişilik kabilinden “ CBHS oluşturulunca, mantıken de olsa DPT gibi bir kuruma ihtiyaç kalmazdı! Onlarda, sistemin “yeni” sahipleri zaten öyle yapmış oldular.

DPT’yi, onun ülke için çok önemli bir kurum olduğunu sanırız, bugün İslamcı olarak bilinen ve ülkenin sanat, edebiyat, düşünce vs. alanlarında düşünce üretip eser ortaya koyan birçok bürokratın o kurum çatısı altında çalışmış olmaları ve emek sarf etmiş olmaları bizlere anlatmaktadır.

Eğer modernleşmeyi, salt Batılılaşma ve bağlı bulunulan inanç kümesi dışına çıkmak şeklinde değil de, “eskiyenin yerine yenisini yerleştirme” kabilinden teknik anlamda kullanacak olsak, tek parti yönetiminin –arada var olan yanlışlara da dikkat çekerek- çok partili demokratik düzene geçilmesi, bunun yanında, birçok alanda olduğu üzere ekonomi alanında da çağa ve çağın insanına uygun, onun var olan ihtiyaçlarını karşılama şeklinde değerlendirecek olsak, modernleşme her daim devam etmektedir.

Şimdilik “son söz olarak” Batı’da, kilisenin var olan tahakkümünü bitirmek anlamına gelen modernleşmenin, “maksada halel getirneden” ve yine Batı’nın, dünyanın geri kalanı üzerinde (özellikle de Müslüman dünyada) etki bırakma adına muhafazakâr kalıplar içerisinde yapıldığı bilinmektedir.

Bunun, zaten, işin esprisi gereği kilisenin karşıtına teslim olması, “elde kalan” mevcudu koruma eylemi (müdahane; karşıtına yağcılık yapma, o şekilde var olma, ayakta durabilme) bize de zaman içerisinde taklidi esas kabul eden zevatın tercümesi yoluyla bize de intikal etmiş olduğu bilinmektedir.

Bardağın dolu, ya da boş tarafına bakarak, onun içerisinde bulunan sıvı ile ilgili “mutlak” bir kanaate sahip olabiliriz. Bundan mütevellit, modernleşmeyi, imhamıza yönelik salt Batıcı bir eylem olarak görür ve ona göre tavır alırsak eğer, ne ilerleyebiliriz, ne de geçmişin doğru taraflarını anlayabilir onun üzerine bir bina oturtabiliriz.

Zira “Mevlana’nın da ifade buyurduğu üzere; “cancağızım… yeni şeyler söylemek lazım” moduna sahip olmamız gerekir.
Bunun dışında, “bizlere uygun görülen” muhafazakâr modernleşme eğiliminin de, bizlere neler kazandırdığı, neleri kaybettirdiği gerçeğini dikkate alarak kendi yenilenmemizin ayırdına düşmeli ve bize lazım olan paradigmanın oluşumu için nitelikli çabaları ortaya koymamızı gerekir.

 

Kaynak. Farklı Bakış

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR