Devam…
İnsanın, çocukluk çağında mekânı kendi evidir. O, çocuk aklıyla, orayı kendisiyle birlikte yaşadığı aile bireyleri ile sahiplenir; onu korumaya çalışır, aslında o da onu korur.
Bu böyle olmakla birlikte, ona mekân olan evin her odası onun mekânı sayılmaz, zira araya mahremiyet olgusu girer ve o, her odayı kullanamayacağını, o aile ortamında yaşarken öğrenmiş olur.
Genellikle, evin ortak alanları onunda mekânı olur. Bu, büyükleri için sofa, ya da eyvan tabir edilen dışarıya açılan alanlardır.
Ama eğer evin bir bahçesi varsa, burası çocuk için ideal bir yerdir. Orası çocuk için bilgi ve tecrübe sahibi olduğu bir okula dönüşebilir.
O, kendi başına hayat ile ilgili olup kendi tecrübesine dayandığı varsayılan bilgileri o mekânda elde ettikten sonra, okul hayatına başlar ve okul uzun bir müddet onun doğal olarak mekânı olur.
İlk Okul sonrası, Orta Okul, lise derken onun içerisine girip dâhil olduğu mekânlarda kendiliğinden farklılaşır ve çeşitlenir.
Merak meselesi kabilinden, vitrininde görüp ilgisini çeken bir kitaba, o da belli bir şekilde ulaşmak için, kitabevini kendine mekân olarak görebilir çocuk.
Önce, dışarıda, yani o mekânın önünde durup kitabın kapağını seyretmek, daha sonra, “içeri girebilirse eğer” ona elleriyle dokunmak, sayfalarını karıştırmak, onun kokusunu almak ve en nihayetinde ondan bir iki sayfa ve paragraf dahi olsa okumak için kitabevi onun mekânları arasına girmiş olur.
Biz de, böyle düşünüp hareket etmiştik. Ama dönemin muhafazakâr bir cemaatinin çalıştırdığı bir kitabevinin içerisinde, yukarıda, okuyucu açısından saydığımız ritüelleri yerine dahi getiremeden, -gereksiz bir titizlikle olsa gerek- elimi herhangi bir kitaba dahi değdiremeden mekân dışında kalıvermiştik!
Herhangi bir kitaba ulaşmak, ona dokunmak, o muhafazakâr ortamda mümkün olmadığından dolayı, içimde kalan bir ukdeden yola çıktığımda, yolum, daha çocuk yaşlarda “devrimci” bir dernek olan TÖB-DER’e düşmüş oldu.
Buna, bundan önceki ilk yazımızda temas etmiş idik. O dönem açısından “devrim nedir, devrimci kimidir, devrim denen şey ne işe yarar?” sorularının olası cevaplarına vasıl olmadan, o mekâna vasıl olmuştum!
Bize uygun kitapları okuma, insanları- tabii ki de yoldaşları- tanıma, onların hayatına girme, düşünce ve söylemlerine vasıl olma, eylemlerine tanıklık etme… Daha sonraları ise, orayla paralel bir şekilde başka dernek lokallerine de yolumu düşürerek; dostluktan, üretilen düşünceden yararlanma ve bir müktesebat oluşturarak harekete geçme durumu kendini göstermişti.
Teksir makinesi; onunla bildiri ve afiş hazırlamak, hareket adına dergi kabilinden yayınlanan bültenlerin ortaya çıkmasında o tür mekânlarda işe koyulup durmadan, biteviye çalışmak, çalışmak ve çalışmak…
Bir teksir makinesi
Çoğaltılan bildirileri, hafta içi açılan semt pazarında esnafa ve oraya yolu düşen herkese birer tane vermek; miskinlerin gidip takıldığı kahvehane gibi mekânlara gidip o mekânda pinekleyerek zaman öldüren –katleden- kişilere, iyi bir uğraş kabilinden bildiri vermek… Onların pinekleme mekânı bize de hareket alanı olmuş oluyordu!
Herkesin mekânı değerlendirmek düşüncesi ve şekli başka idi.
Oralara adım attığımızda; pinekleyenler –ya korkudan, ya sevgiden- bizi dinlemek zorunda kalıyorlardı; başka türlü yapmaları pek mümkün değildi zira.
Onlar, biz hemen kalkıp gidelim diye düşünürken, biz de orada kaldığımız zamanı, onları bilinçlendirmek için ‘daha nasıl değerlendirebiliriz’in hesabı ile meşgul olurduk.
Bu durum, elbette meşrep meselesi idi haddizatında!
Yıllar boyu bir mekâna sahip olma, orada hayatı tanıyıp bilgi ve tecrübe elde edip onları daha sonraki dönemlerde, farklı dünya görüşü ve öncelenilen idealler uğruna mücadele ederken de insanın karşısına, aynen kahvehanelerde pinekleyen insanlardan bazı farklı yönleri bulunduğuna inanılan insanlarda söz konusu idi.
Bir kitabevi içi
İlk öncekilerin meşrebi yine pineklemek şeklinde kumar türü işlerle iştigal etmek idiyse, beri yanda ise, başka tür işlerle pineklemek vardı.
Onlarda kitap nedir bilmez, kitap okumazlardı, ama buradakiler ise “kitap nedir?” bilirlerdi, ama onlar açısından ise, “kitabı ‘biz’ anlamazdık” yargısı, var olan işi, hemen hemen aynı noktaya taşıyor, o kapıya ulaştırıyordu.
Hemen hemen her iş çıkışı, İstanbul’dan, fırından çıkmış “taze ekmek misali” bir kitap gelmiş midir diye yolu bellenilen bir kitabevine uğramak, raflara göz gezdirmek ve alınacak kitabı, dergiyi alıp, onları oracıkta bir solukta okumak, adına kitabevi denen mekâna alışık olmadığı için yolu düşmeyen “kitaplı kitapsızlar” için bir anlam ifade etmezdi.
Bizimkiler için ise, “devrimci” mekânlar evrile, evrile yine başka bir şekilde devrimci duygular içeren kitabevlerine, oraların bir açıdan protipi sayılan “kumarsız” kahvehaneler, çay ocakları, bazen, uygun düşmüş ise bir iki masalık çorbacı dükkânları dahi, yeni ve orijinal mekânlar olarak bir çırpıda sayılabilirdi.
Bunlara, nev’i şahsına münhasır bir şekilde berber ve terzi dükkânlarını da dâhil edebiliriz. Zira birçok örneği var da ondan.
Buralarda da, diğer mekânlarında bulunmadığı oranda “Şeref’ül mekân, bi’l mekîn” olgusuna şahit oluruz.
Yani, biz oraya teşrif buyurduğumuzda, oralar “bizden dolayı” birden şereflenir. Şeref sahibi olmak ise âliyu’l-âlâ bir şey olsa gerek…
Devam edecek…