Sait ALİOĞLU

Tarih: 02.02.2025 15:30

Mekânlar: Dostluk, düşünce, müktesebat ve hareket -1

Facebook Twitter Linked-in

“Her zamanın bir hükmü olduğu gibi her mekanın da bir hükmü vardır. Zaman içindeki evrim ve değişimi görmek nispeten kolaydır. Zor olan, mekan içindeki ilişkisellik ve konumlanışın kısıt ve imkanlarını görebilmektir.”(Mücahit Bilici)

TDK Sözlükte ‘mekân’ şu şekilde ifadesini bulmaktadır; “mekân, yer, bulunulan ev, yurt ve uzay”

Yukarıda yapılan tanımda geçen “yer” ise, “Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân” olarak geçer.

Bu halde, mekân, o yeri kaplayan kişi tarafından bir şerefede kavuşmuş olur. Bu duruma, çok rahatlıkla ‘insan-mekân ilişkisi’ bağlamında, kişinin mekânı şereflendirmesi diyebiliriz. Ondan dolayıdır ki, Arapçada “Şeref’ül mekân, bil mekîn” manâsı o duruma işaret etmiş olur.  Yani, bir makamın şerefi, o makamda oturan kişiden gelmiş oluyor.

Mekân olgusunun sözlük anlamı ve açılımı dışında, onun bilim (ilim) ve felsefî boyutu da konu açısından önemli bir yere sahiptir.

Bunlar, olgusal olup bizim bundan kastettiğimiz, bunları içerecek olsa da, maksadımız mekân üzerinden İslamcılık adına bir yol bulma, o yolu sürdürme ve ondan dolayı elde edilen mirasın “nasıl, niçin ve ne şekilde” değerlendirileceği mevzuudur. 

Kişi ile şeref bulan mekânda, dünyanın öznesi olan insana dair her ne var ise, ele alınır, tartışılır; belli bir sonuç elde edilir, ya da edilmez, ama hem tartışılır, hem bir dostluk elde edilir, dertler dile gelir, acılar be sevinçler paylaşılır, paylaşılır ki, acılar dinsin, sevinçler çoğalsın..

Burada, eğer tartışma iyi bir amaca matuf ise, haliyle bir düşüncede kendiliğinden oluşur, meydana gelir; o bir müktesebata, birikime dönüşür ve ondan da hareket husule gelir. Ki, bunların tam terside mümkündür Ama o duruma imkân tanımamalıyız. Zira mekân bir cehenneme dönüşür, dostluk/lar düşmanlığa tahvil olur ve her şey berbat olur, çıkar.

Mekânlar, tarih boyunca birçok toplumsal çevre tarafından kullanılmış ve “maksat açısından” değerlendirilmiştir. Bu maksatlara bakıldığında, en belirgin olanın din ile bağlantılı mekânlar üzerinden yürüyen maksatlar olduğu açıktır.

Buna en belirin bir örnek vermek gerekirse, daha Hz. Muhammed’in(s) döneminde Mekke’de Daru’n-nedve’ye karşı alternatif olarak ihdas edilen Daru’l-Erkam’ı verebiliriz.

Daru’n-nedve salt bir mekân olmaktan ziyade, bir yönetim yeri idi ama aynı zamanda, kendine özgü şartlar içerisinde bilgilenme, ona sahip olma ve olan bitenin hülasası bağlamında bir müktesebatın da oluşum yeri idi. Daru’l-Erkam’da, ona benzer bir işleve haizdi.

Bir eğitim ve öğretim yuvası olarak Suffa ise, medrese (ya da ‘akademi’) geleneğinin protipi olarak ortaya çıkmış ve uzun asırlar boyu örneklik oluşturmuştur.

Klasik dönemlerde bunlar böyle devam ederken ve bugüne de aktarılmaya çalışılırken, aynı zamanda, müesses kurumlardan ziyade, kitabevleri, ocaklar, dernekler, çay ocakları gibi kendine özgü ve özgün mekânlar,  solcusundan İslamcısına; milliyetçisinden muhafazakârına değin “kendi dini, ideolojisi, kanaati adına” insanı, toplumu ve haliyle dünyayı değiştirme görevini üstlenmiş bulunan kişi ve çevrelerin vaz geçemeyecekleri yerler olarak önemini, geçmişte olduğu gibi halende korumaktadır. 

 

 

Hatırlıyorum, parasızlıktan ve ailemin, o dönem yayınlanan kitapların kahir ekseriyetinin milliyetçi ve millilik temalı oluşundan olsa gerek, o kitapların okunması bir nevi yasaktı.

Antiparantez belirteyim; o dönem her ne kadar ciddi bir kitap okumadan mahrum kalmış olsam da, büyüklerimin bu hassasiyetinden dolayı ömrümün hiçbir döneminde milliyetçi bir çizgide bulunmamış oldum!

Kendim için kitap okuyamamayı bir şansızlık olduğunu biliyor, ama bu şansızlığın, beraberinde milliyetçiliğe karşı bir avantajlı durumunu olduğunu görüyor ve halen yaşıyorum.

O halde nasıl kitap okuyabilirdim?

Bu da farklı bir şekilde oldu ve “devrimci” bir yakınımızın, bana ‘kitap okuma isteğim olduğunda’ dönemin en büyük öğretmenler derneği sayılan “solcu” TÖB-DER’in kasabadaki lokaline uğramamı ve bana, kendisinin yakınlığından dolayı ilgi göstereceklerini; bu sayede kitaba ulaşabileceğimi ve haliyle de milliyetçi/ırkçı düşünce belasından emin olabileceğimi belirtmiş idi.

Bu durumda, yapısı gereği kolay kolay ikna olmayan ailemde bir açıdan ikna olmuş oldu!

Milliyetçi olmadık (elhamdülillah!) ama devrimci olduk, bu sayede!

İşte, benim, hem kitaba ulaşabileceğim ve aynı zamanda sosyalleşip halkımın, yakın çevremin, ülkenin ve dahi dünyanın sorunlarına muhatap olup var olan yanlışlarla mücadele edebileceğim mekân, bu mekâm idi, yani TÖB-DER…

Daha sonra ise ikinci mekân ise, yine ‘devrimci’ diye tanımladığım o yakınımızın da kantinini çalıştırdığı ve adı da “Devrimci Dayanışma Derneği” nin lokali idi.

 

 

Ben, lisede okurken, hem harçlığımı çıkarayım ve hem de bir mücadele ve uğraş içerisinde bulunayım diye, o yakınımın, orada çalışma teklifini “seve seve” kabul etmiştim. Yani tabiri caizse; “hem ziyaret ve ticaret” kabilinden bir şey olup aliyu’l-âla bir şeydi. İlk ideolojik bilgilerini de burada temrin ettiğimi söyleyebilirim.

Bu mekân öyle geniş bir mekân değildi; iki çarşı arasında, üstü kapalı bir yolun (pasajda sayılabilir) kenarında taş çatlasın yirmi metre kare bir alana sahipti.

Kantinimiz ise, dernek lokalinin tam karşısında bir buçuk, iki metrelik bir alan içerisindeydi. Kışın çay, sıcak süt ve salep türü içecekler, yazın ise içerisine buz konulan el yapımı soğuk içecekler ve ıvır, zıvır türden şeyler satılırdı.

O mekânda yapıldığını hatırladığım bir çalışma, dönemin bizden bir hayli yaşça büyük yoldaşlarımızın Ruhi Su’nun da davet edildiği bir konser için teksir makinesinde çoğaltılan program afişlerinin, bulunduğumuz şehrin belli yerlerine asılması işi olmuştu.

Bu sayede Ruhi Su’yu da, canlı performans içerisinde orada dinleme imkânına sahip olmuştum.

O mekânda orada çalıştığım iki yaz tatili döneminde ideolojik açıdan bilgilenmemi, hem proleterya (işçi sınıfı) pratiğini yaşamamı; bu sayede –küçük kasabanın, büyük oranda feodal yapısından kaynaklanan şartlarında dahi olsa- kapitalizmin ne demek olduğunu, orada ona yönelik yapılan tartışmalardan öğrenme imkânım olmuştu.

Teksir makinesinden bahsetmiştik. Daha sonraki dönemlerde -12 Eylül’e ramak kala- devrimci duygularla, güncele dair “devrici duygu ve düşüncelerle” hazırladığımız bildirileri teksir makinelerinde çoğaltma suretiyle elimize alıp çarşı, Pazar geze geze “kapitalizmin ipliğini” pazara çıkarmış idik.

Bu teksir makinesi işi, daha sonraki dönemlerde, yani “kendimizin” ilk İslamcılık dönemlerinde de, yine ülke ve dünya ölçeğinde “güncele dair” olan biteni, insanlara aktarma durumunda da, hayatımızda bir hayli yer işgal etmiş idi.

Yani orada, o dönem anlamını pek düşünmesek de “Şeref’ül mekân, bil mekîn” olgusuna işlerlik kazandırmıştık.

 

Devam edecek…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —