Ali Uğur Özkeleş

Tarih: 25.08.2021 15:40

Küreselleşen Dünyada Mülteci Meselesi

Facebook Twitter Linked-in

İletişim araçlarının gelişimi ve ulaşımın kolaylaşması ile son 100-150 yıl içerisinde dünya hızla küreselleşmeye başladı. Artık herkes her şeyden haberdar ve insanlar dünyanın öbür ucuna bir iki gün içinde ulaşabiliyorlar. Dünya adeta küçük bir kasaba haline geldi. Hâlbuki daha dün, köyünden veya kasabasından başka bir yer görmeyen insanlar vardı. Haberleşme araçları  ya ulak ya da mektuptu. Bekle ki haber gelsin. Şimdi öyle mi? İnsanlar Afrika’dan Amerika’yı, Avrupa’yı seyrediyorlar.

Dünyanın geri kalmış ülkeleri için, gelişmiş ülkeleri izleyiş, sonrasında imrenişe dönüşüyor. İmrendiği hayatı yaşamak istiyor insanlar. Bu hayatı kendi ülkesinde yaşayamayacağını anlayınca da yaşayabileceği ülkelere gitmek istiyor. Hatırlayacak olursak 70’li yıllar Türkiye’sinde Avrupa’ya giden işçilerin lüks araçlarla yurda dönüp bir kaç katlı evler yaptırması, köyündeki diğer garibanları da teşvik ve tahrik etmişti. Kendi ülkesinde elde ettiği kazançla bu imkânlara sahip olamayacağını düşünen vatandaşlarımız mümkünse yasal yoldan, değilse yasadışı yollarla aynı imkânlara ve hayat kalitesine sahip olmak için yollara düştüler. Şimdilerde bu tabloyu daha hazin ve daha vahim şekilde neredeyse tüm geri kalmış ülkelerde görebiliyoruz. Meksikalılar, Amerika’ya geçmek istiyor; Asyalılar ve Afrikalılar ise Avrupa’ya. Bireysel geçişlerin yerini kitlesel geçişler alınca ilk devlet tedbiri de sınıra duvar örmek oluyor.

Peki, duvarlar korur mu?

İnsan selinin önünde hiçbir engel kolay kolay duramaz. Duvarlar, hiçbir devleti ilanihaye koruyamaz. Ada ülkeleri ya da denizaşırı ülkeler biraz daha şanslı; çünkü onların duvar örmesine gerek yok. Fakat er ya da geç onlar da bu akımdan nasibini alacak. Gelişmiş ülkeler için bunlar daha iyi zamanlar. Muhtemel gelecek bize, geri kalmış-barbar görülen ülkelerin, gelişmiş ülkeleri işgalini gösterecek. Vikinglerin ve Moğolların yaptığı gibi. Sizin anlayacağınız, tarih tekerrür edecek.

Yaşadığımız yüzyıl, geçmişte yaşanan bu işgallerin planlı-stratejik yönlendirilmesine şahit oluyor. İlkel-barbar görülen toplulukları yönetme ve güdüleme becerisi gösteren devletler, kitlesel enerjinin kendilerine dönmemesi adına bu enerjiyi kendi istedikleri alanlara yönlendiriyorlar.

Güçlü ve egemen olma duygusu, daha rahat yaşama duygusunun önüne geçiriliyor. Özellikle Ortadoğu coğrafyası, güç dengelerinin sürekli değişiklik gösterdiği bir görünüm arz ediyor. Dava, cihat ve halkların özgürlüğü gibi idealist kavramlar, kitlelerin birbirleriyle çatışmalarının argümanları olarak karşımıza çıkıyor. Birçok kere bu argümanların pompalayıcısının emperyalist güçler olduğunun farkına varmadan. Afganistan’da Taliban, bölgemizde PKK bunun canlı örnekleri.

ABD kontrolünde şeriat, ABD kontrolünde özgürlük…

Birlikte yaşama kültüründen uzak, sürekli çatışma ve kavga hali hem  ülkeleri geri bırakıyor hem de insanların kavgadan kaçış yolları aramasına sebep oluyor. Zira doğal insan fıtratı, çatışmanın olduğu yerde bulunmak istemiyor.

Dünya mültecilerinin büyük çoğunluğunu oluşturan İslam ülkelerindeki kaçışlara sebep olan geri kalmışlığın sebeplerinin başında iç çatışmalar geliyor. Çözüm belli: Her türlü ırk, din ve mezhep fanatizminden sıyrılarak medeni insanlar gibi sulh içinde birlikte yaşamanın yollarını aramak.

İslam coğrafyasındaki geri kalmışlığın bir diğer sebebi ise aklın ve bilimin revaçta olmamasıdır. Belki bunda bu coğrafyalarda yetişen rasyonalist ve bilim taraftarı entelektüellerin  halkın inanç ve yaşayışını küçük görmelerinin de etkisi olabilir.

Bir diğer problem ise adil paylaşımların yapılmamasıdır. Zengin İslam ülkeleri kendi vatandaşlarından başlayarak öncelikle civar ülkelerle, sonrasında dünyanın diğer bölgelerindeki insanlarla adil paylaşım içerisine girmelidir.

Türkiye ölçeğinde, yurt dışındaki mağdur ve fakirlere yardım götüren STK’ler örnek model teşkil etmektedir. Aynı şey, dünyanın daha zengin ülkeleri için de geçerli olmalıdır.

‘Komşusu açken tok yatan’ deyimini,  küreselleşen dünyada bugün biraz genişleterek ‘Komşu ülkedeki açken kendi ülkesinde tok yatan’ olarak anlamalıyız.

Mülteci meselesinin coğrafi, askerî, siyasi ve ekonomik tarafı olduğu kadar dinî tarafı da vardır. Din, insana mutlu olacağı bir hayat sunmalı; dinin temsilcileri veya o dinin mensubu yöneticiler de insanların mutlu olacağı sosyo-ekonomik bir hayatı tesis etmelidir. Kısacası din, anlatımdan realiteye ve pratiğe dönüşmelidir.

Hz. Peygamber aleyhisselamın 23 yıllık peygamberlik döneminin tarihteki adı Asr-ı Saadet’tir. Mutluluk muhabbetle olur, adavetle değil. “Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yok.” diyen zat ne güzel söylemiş. Tıpkı “Dâhilde cihat olmaz.” diyerek iç çatışmalara set çeken sözü gibi.

Bugünün insanı, hayal ettiği gaybî cenneti değil, her gün ekranlarda gördüğü cenneti yaşamak istiyor. Ne pahasına olursa olsun kendince cennetin yaşandığı yerlere gitmek istiyor. Bu nedenle İslam toplumları Allah'ın ahiretteki cennetini vadetmenin yanı sıra, dünyada insan cennetini kurmanın yollarını aramalıdır. En azından insanların mutlu olduğu ortamları… Yoksa kâfirin cenneti için İslam yurdunu, hatta İslamlığını terk eden insanlar kaçınılmaz olarak daha çok karşımıza çıkacaktır. 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —