Tarihin muhtelif dönemlerinde, insan toplumlarında, insan kurban etme ayinleri görülür. Bunu, insanlığın ‘ilahi olandan’ uzaklaşmasının, uç noktadaki tezahürlerinden biri olarak görmek mümkündür. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssası bize bu – çeşitli yorumlarıyla beraber- ‘ insan kurban etme’ eyleminin olmazlığını, yasaklanmasını anlatır.
Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. Ailenin ilk çocuğu Tanrı'ya aitti ve ona kurban edilmesi gerekiyordu. Mısırlılar köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara "Âni" diyorlar ve onları "Ay Tanrısı"na kurban olarak sunuyorlardı. Fenikelilerin inancına göre tanrılar her şeyin ilkini isterler, ilk doğan erkek çocuğun istenmesi de buradan kaynaklanmaktadır. İnsan kurbanının önlenmesi ilk dönemlerde çok zor olmuştur. Mısır ve Atina'da belli törenlerle insanlar da kurban edilmekteydi. İran imparatoru I. Dârâ, Kartacalılar’a insan kurban etmelerini yasaklar.
Eski Mezopotamya kültürlerinde Fenikelilerde, bazı Kızılderili topluluklarda, eski Yunan kültüründe, Doğu Afrika yerlilerinde ve eski Ruslarda görülmüş olan çocuk kurbanları dikkat çekicidir. ilk çocuk tanrının hakkı sayılıp boğazlanarak kanındaki enerji sunulurdu. İnka kültüründe ise güneş tanrısı Uirakoşa’nın kanla beslendiğine inanılırdı. Yine Eliade Anadolu'da özellikle tarihî devirlerde, mesela ilk çağlarda hasat mevsimi dolayısıyla icra edilen insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek olarak Frigyalıları gösterir. Yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o zamanlar bu âdetin Doğu Akdeniz'in her tarafında yaygın olduğunu kaydetmektedir.
Cahiliye dönemi Araplarında da insan kurbanı âdetinin devam ettiği kaydedilmektedir. Cahiliye devri Araplarının Sabah Yıldızı'na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri söylenmektedir. Yine önemli putlardan Uzza'ya oğlan çocuklarıyla, kızların ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir
Hz Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunun kazılması sırasında Kureyşlilerin kendisine çıkarttıkları zorluklar sebebiyle, eğer on tane oğlu olursa ve bunlar kendilerini koruyacak yaşa gelirlerse içlerinden birisini Kâbe’nin yanında Allah için kurban etmeyi adar. Burada Zemzem’in ile Hz. Hacer ve Hz. İsmail ile irtibatını da, hatırlamak gerekir. Abdülmuttalib’in isteği gerçekleşince, adağını yerine getirmek ister. Oğulları arasında çektiği kura, Abdullah’a çıkar. Ancak bunun âdet haline gelmesinden çekinen Kureyşliler, engel olurlar. Bunun üzerine Abdulmuttalib bilge-arif bir kadına müracaat eder. Kadın: "Bana ilham geldi, sizde kan bedeli nedir?" Diye sorar. on deve olduğunu söylerler. “Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi de bir tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Fal develere çıkıncaya kadar develeri artırın. Develeri kurban edip adamı salıverin” der. 100 deveye varıncaya kadar oklar Abdullah'ı gösterdi. Daha sonra fal (kura) develere çıktı ve kefaret olarak bu 100 deve kurban edilir.
İşte bu, insan kurbanının olmazlığının, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den sonra ikinci defa, teyidi ve tekidi, peygamberimizin dedesi ve babası, Abdülmuttalib ve 0ğlu Abdullah üzerinden olur. Bu ve başka sebeplerden, peygamberimizin dedesi ve babası ve validelerini, pagan inançları çerçevesinde değerlendirmek, doğru olmayacaktır.
Arapçada gerek maddî gerekse mânevi her türlü yakınlığı ifade eden kurbân kelimesi, özel olarak da Allah'a yakınlık sağlamak (kurbet) , yani ibadet amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban bütün dinlerin ana temalarından biridir. Latince kökenli Batı dillerinde kurban karşılığı kullanılan sacriflce kökünde "kutsamak, bir nesnenin tanrıya sunularak kutsal hale getirilmesi", offering de "tanrıya hediye sunma, takdime" anlamını taşır. Eski Ahid'de kurban karşılığında "bağış ve vergi" mânasındaki minha, "yaklaştıran şey" anlamında gorban ve "kutsal kan dökme"yi ifade eden zebah kelimeleri kullanılır. Çeşitli dillerde bu kavramı ifade için kullanılan kelimelerin imlediği kök anlamlarının ortak olması da, bizi, bu ibadetin/ritüelin aslî köküne bakmamızı gerekli kılmaktadır.
Mitolojik dönemdeki kurban eylemini M. Eliade şöyle açıklar:" Mitolojik dönemdeki inşa ayinlerinin altında yatan teori şuna denk gelmektedir; "Canlandırılmadığı", bir kurban verilerek ona "can" bahşedilmediği takdirde hiç bir şey süremez; inşa ayininin prototipi dünyanın kuruluşu sırasında gerçekleşen kurban kesme eylemidir. Öyle ki, kimi arkaik kozmogonilerde dünya, kaosu simgeleyen bir ilk canavarın (Tiamat) veya bir kozmik devin (Ymir, Pan-Ku, Puruşa) kurban edilmesiyle varoluş kazanmıştır ". M. Eliade. Ebedi Dönüş Mitosu, Çev. Ümit Altuğ, İmge Yay., Ank., 1994, s.33
Bitki kurbanı günümüze değin görülür. Doğu Afrika'daki Britanya Nandi'lerinde ailedeki kadınlar bir sepet yeni buğday toplayıp tavanda kuruturlar. Aile reisi elinde bir miktar buğday tutarak sıhhat, kuvvet, süt vb. için dua eder. Batı Afrika'daki Ewes’lerde yeni mahsul önce “Agbasia”ya takdim edildikten sonra ziyafette yenir. Kongo kabilelerinde mısır, fasulye vb. ilk mahsullerinin bir kısmı doğan güneşe atılır, diğer kısmı ise “ilelebet bunu yiyeceğiz” denerek yenir. Musquakie yerlileri "yeşil buğday dansı"nda bereketin çoğalması için Manitou’ya buğday yakma takdimesinde bulunurlar. New Caledonia’da özel çanaklar içerisinde pişirilen ilk mahsul, reis veya bir ihtiyarın her sene iyi mahsul için dua etmesinden sonra yenir. Amerika’nın bir çok yerli kabilesinde yeni mahsul törenle ve genellikle önceden oruç tutulduktan sonra veya kusturucu bir ilaç alındıktan sonra yenir.
Ancak, Herhalde en güzeli daima yolda olmak olmalı, ....
Kitab-ı Mukaddes’teki sembolizmde, Kabil bir ziraatçı olarak, Habil ise bir çoban olarak sunulmaktadır. Rene Guenon’dan öğrendiğimiz kadarıyla bunlar, insanlık içinde ilk farklılaşma meydana geldiği andan itibaren mevcut olan iki halk tipidir. Kendilerini toprak kültürüne bağlamış olan yerleşik insanlar ve kendilerini hayvan yetiştirmeye adamış olan göçebeler. Zaman'la temsil edilen sıkıştırma ilkesi ve ‘mekân’la temsil edilen yayılma ilkesi. Bu iki ilkenin her biri hem zaman içinde hem de mekân içinde hem de her şey içinde birlikte gözükür”… “ şu da bir gerçektir ki, sıkıştırma ilkesi zaman şartı içinde kendini gösterirken, yayılma ilkesi de mekân şartı içinde kendini göstermektedir. Oysa zaman mekânı aşındırmaktadır, deyim yerindeyse, böylece zaman ‘yiyip bitirici’ işlevini yerine getirmektedir. Aynı şekilde, çağlar boyunca, yerleşik toplumlar da göçebe toplumları yavaş yavaş kendi içinde eritip yiyip bitirmiştir: işte, Habil’in Kabil tarafından öldürülmesi olayının sosyal ve tarihsel bir anlamı da budur. ”
Hz. Âdem (as) ‘ın iki oğlunun hikâyesi, Habil ve Kabil kıssası, diğer birçok hikmetinin yanı sıra, insanlık tarihinin sembolik bir anlatımıdır. İnsanlığın en temel bölümlenmesi, göçebeler ile yerleşik olanlar arasındaki ayırımdır. Hz. Adem’in iki oğlu Habil ve Kabil, Tanrı’nın kendilerinden armağan istemesi üzerine, O’na armağan verirler. Allah'u Teâlâ’ya hediye olarak bitki sunan Kabil, yerleşik toplumların atası gibidir. Hediye olarak hayvan kurban eden Habil çoban-göçebe toplumların atası gibidir. Habil’in daha fedakâr oluşu ve onun armağanının kabulü, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, Allah indinde makbul olduğu şeklinde de anlaşılabilir.
Kısa da olsa, orta Asya Turani geleneğinin, özellikle Türklerin, tarih içinde oynadıkları pozitif rolün, göçebelikle irtibatına, işaret etmek yerinde olur. Toprağa bağımlı olmamak, fütuhat neticesi elde edilen yerlerde başkalarının var olma hakkını ve adaletle hükmetmeyi, sağlamış olmalıdır. Ayrıca İslam’ın tasavvufi yönüne bağlanmayı ve onu geliştirmeyi, sağlamış olmalıdır.
Ve burada günümüz dünyasında, insanlarda hafıza melekesinin ciddi olarak gerilediği ve zayıfladığına da işaret etmek gereklidir. Bu, yazının egemenliğiyle de irtibatlıdır. O da yazının egemenliği de şifahi toplumların şifahi toplum olmaktan giderek uzaklaşması irtibatlıdır. O da göçebe toplulukların yerleşik toplum olma ve bu şekilde şifahi toplum olma haslet ve hususiyetlerinin zayıflamasıyla irtibatlıdır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi göçebe toplumların atası Âdem (as)'ın iki oğlundan biri olan Habil ve yerleşik toplumların atası da diğer oğlu olan Kabil’dir. Kabil’in Habil’i yenmesinin sembolik anlamı, insanlık evriminin sonuna doğru yerleşik toplumların göçebe toplumlara galebe çalacak olmasıdır. Oysa konargöçer topluluklar aynı zamanda bize bu dünyaya kazık çakamayacak olan insanın da bu dünyadan göçüp gideceğini anlatır. Zaten birçok sebebi hikmeti ile beraber, Habil’in sunduğu kurbanın Allah indinde kabul oluşunun bize anlattığı hususlardan biri de budur.
Esasen ezberin ve ezberin hakir görülmesi, ona dayalı bir eğitim sisteminin var olduğunun söylenmesi, bunun eleştirilmesi ile her türlü bilim dalında her şeyin belgeye dayalı olması gerektiği şeklindeki kabulün empoze edilmesi ve kabul edilmesi de birbiri ile irtibatlıdır. Belgeye dayalı olmayan bilginin geçersiz olduğu yönündeki kanaat bir yanıyla da şifahi kültürün bilinmemesi ve/veya inkârıdır. Yani demek ki ezberci eğitim sistemi var diye elli senedir bağırıp çağırılması ile belgesi olmayan hiçbir tarihi sosyolojik kültürel veri, ifade bilgi değildir ve dikkate alınamaz şeklindeki ifadeler irtibatlıdır. Ve aynı esen/estirilen rüzgârın-ideolojik cereyanın neticeleridir.
Oysa Türkler Türkistan’dan başlayarak binlerce yıldır çok güçlü bir sözlü şifahi kültür geleneğine sahiptir; şifahi bir kültür ve medeniyettir. Türkistan’dan Anadolu’ya ozan âşık geleneği de bunun ifadesidir. Konargöçer bir topluluk olan Türklerin manevi bir yolculuk ve göçebelik olan tasavvuf damarından İslamiyet’i benimsemiş olmaları da bununla irtibatlıdır. Zaten tasavvufta hak yolunda vefat eden kişiye öldü değil, ahirete göçtü denir. Bu da ayrıca dikkate değer bir ifadedir. Bu anlayışlar Türk toplumunun güçlü şifahi yönüyle, ozan-âşık geleneğiyle irtibatlıdır. Âşıklar, abdallar Anadolu’daki tasavvufun hak aşkı ile yolunda yürüyen kişileridir. Ve burada Orta Asya’dan Anadolu’ya, ozan âşık abdal geleneğinin son temsilcilerinden, merhum Neşet Ertaş’ın da, bu göçebeliğin pozitif yönüyle irtibatlı olduğunu söylemek, çok konu harici değildir.
Nihayet burada söylenmesi gereken “Allah yolunda” olanların, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtulduklarıdır. “Yolda” olmak da, böylelikle mümkündür. Burada Hz. İsmail’in yerine kurban edilen ‘Koç’u, aynı zamanda burçlar kuşağının ilki olan koç burcu ile irtibatlı düşünmek, herhalde ilgisiz değildir. Koç Burcu’nun öncelikle ego’yu, benliği ifade ettiğini de, birlikte düşünmek gerekir. Belki de buradan, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, zâhiri olarak koç kurban ederek, bâtıni olarak da, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtulanların Allah (c.c.) indinde makbul olduklarını anlamak, manadan çok uzak bir yorum olmamalıdır.
Kurban üzerine yazdığı bir risalede Ömer Nasûhi Bilmen “ Kendi zevkleri uğrunda her gün binlerce hayvanatın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızâsı için bir kısım hayvanların fukara menfaatine olarak kurban nâmıyla kesilmesini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir. Velhasıl Kurbanın meşrû'iyyeti; dînî, ahlâki, içtimâi bir takım hikmetlere, maslahatlara müstenittir. Bunu takdir etmeyecek bir akıl sâhibi tasavvur olunamaz. ” diye yazar. Son asırda kurban ibadetine bu türden yaklaşımlarda bulunulduğu görülür. Bir yanda “ne bu hayvan katliamı” gibisinden laflar sürekli duyulur. Kaynağı 19. Pozitivizmi olan bir anlayış ve çoğu kez süzme cehaletle, geleneği ve dini ritüelleri ele almak buna göre tavır ve tutum belirlemek, Tanzimat’tan beri memleketimizde yaygın bir anlayıştır. Bu tavır, geleneği ve dini ritüelleri bazen red, bazen yok sayma, bazen de istihza ile ele almak şeklinde kendini göstermektedir. Tüm bunlar Türkiye modernleşmesinin olumsuz alâmetlerinden bazıları olarak gözükmektedir.