Abdurahman Ateş(*)
Daha çok İstanbul Sözleşmesi olarak tanımlanan,orijinal başlığı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan Sözleşmeyi, imzaya açıldığı 2011 yılında ilk imzalayan ülke Türkiye’dir. Hem de hiçbir çekince veya şerh koymadan…2012 yılında onaylanan Sözleşme, 2014 yılında da yürürlüğe girmiştir. Buna bağlı olarak İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması ve onaylanmasını müteakiben 2012 yılında Sözleşme’nin uygulanmasına yönelik yasalaştırılmış olan 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” yürürlüğe girmiştir. İstanbul Sözleşmesi o kadar sağlam temellere dayandırılmıştır ki Anayasanın 90/5. maddesi uyarınca kanun hükmündedir ve hakkında, Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz.
Sözleşme’de“aile içi şiddet” şeklinde Türkçeye çevrilen ancak İngilizce orijinal başlığında “ev içi şiddet” anlamına gelen “domestic violence” ifadesi, aslında Sözleşme’nin amacının aileye değil, evli olmadıkları halde aynı evi paylaşan erkek ve kadınlara yönelik olduğunu göstermektedir. Bu deyimin “aile içi şiddet” anlamında kullanılabileceği şeklindeki bir yaklaşım tamamen reddedilmese de Sözleşme metninin aileden çok birlikte yaşamayı ön plana çıkardığı gözden kaçmamaktadır.Nitekim Sözleşme, aile ve eşlerden ziyade sık sık kullanılan “birlikte yaşama”, “birlikte yaşayanlar” ifadeleriyle (ki İngilizce orijinal metinde partners olarak geçmekte),evlilik dışı berberliklerin ve ilişkilerin normal bir hayat tarzı olduğunu zihinlere yerleştirmektedir.
Türkiye’deki aile yapısına zarar verdiği iddiasıyla özellikle son dönemlerde Sözleşme birçok eleştiriye tabi tutulmuş, hukukî, sosyolojik, psikolojik, dinî vb. açılardan analizler yapılmıştır. Bu eleştiri ve analizler bir süre daha kamuoyunu meşgul edecek gibi görünüyor. Bu yazımızda ise birçok açıdan sorunlu olan Sözleşme’nin sadece Kur’an ile çelişen/çatışan bazı maddelerine dikkat çekmek istiyoruz.
Erkek ve kadın arasında cinsiyet farkının ortadan kaldırılması
Sözleşme’nin 4/3.maddesi, kadınlar ve erkekler arasında cinsiyet ayrımı yapılmasını yasaklamaktadır.
Kur’an ise bütün insanların ilk olarak bir kadın ve erkekten, bütün kadın ve erkeklerin de bunların neslinden yaratıldığını, dolayısıyla erkek ve kadının iki farklı cins olduğunu bildirmektedir:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın meydana getirip yeryüzüne yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının…” (Nisâ 4/1)
Bu âyet, bir yönüyle insanlık tarihindeki ilk ailenin kurulmasına bir atıftır: İnsan, bir tek cins olarak değil, insan olarak birbirine eşit, şekil olarak aynı temel formüle sahip, fakat farklı fiziksel, zihinsel ve psikolojik özelliklere, farklı duygu ve arzulara sahip olan erkek ve kadın olarak iki ayrı cins halinde yaratılmıştır. Erkek ve kadın olarak her bir insanın varlığı diğerinin varlığına bağlıdır; hiç biri diğerinden üstün veya aşağı değildir; birbirlerine eşit de değildir, eşdeğerdir.Kur’an’ın evli erkek ve kadın için daha çok kullandığı zevc kelimesinde de bu anlam vardır.
Arapçada, birinin varlığı diğerine bağ(ım)lı olan iki şeyden/çiftten her birinin zevc olarak tanımlanması ve tanımda ayakkabı ve mest gibi çift kullanılan malzemeler üzerinden kelimenin açıklanması ilginçtir. Yani ikili/çift olarak kullanılan bu malzemelerin temel özelliği, birisi olmadan diğerinin anlamsız olması ve her bir tekinin diğeriyle uyum göstermesidir.Karı-koca için “eş” olarak çevrilebilecek“zevc” kelimesinde de benzer bir anlam söz konusudur: Ayakkabı ve mestin verimli kullanılması, nasıl ki her bir tekinin diğerinin “zevci-eşi” olarak uyumlu olmasını gerektiriyorsa, ailede mutluluğu sağlaması için erkek ve kadının da birbirlerinin “zevci-eşi” olarak denk ve uyumlu olmasını gerektirir.
Diğer taraftan Allah Teâlâ, kendi gücü ve yetkisinin farkına varılmasını hatırlatmak üzere çocuk sahibi olmak isteyen ve bekleyen ebeveynlere de farklı cinsiyetlere farklı alamlar yükleyerek sadece erkek ya da sadece kız çocuklar veya hem erkek hem kız çocuklar vereceğini bildirmektedir:
“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocuklar, dilediğine erkek çocuklar yahut dilediğine hem erkek hem kız çocuklar verir. Dilediğini de kısır bırakır…” (Şûrâ 42/49-50)
Ailede kadın ve erkeğin farklı rolleri olmadığının ilanı
Sözleşme’nin 3. Maddesinin (c) fıkrasında “toplumsal cinsiyet”, “herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır” şeklinde tanımlanmakta,farklı roller verilerek kadın ve erkekler arasında ayrım yapılması yasaklanmaktadır. (Sözleşme’nin 4/3.maddesi)Buna göre erkek ile kadın, toplumdaki statüleri ve rolleri itibariyle birbirinden farklı değildir. Hatta 14/1.Maddesiyle de tüm eğitim seviyelerinde, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri…gibi konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde resmi müfredata dahil edilmesi için gerekli tedbirlerin alınması kararlaştırılmaktadır.
Kur’an ise emrettiği evlilik vasıtasıyla oluşturulacak ailenin iki kurucusu olan erkek ve kadının rollerini belirsiz bırakmamış, ailede yöneticilik ve aile fertlerinin geçimini sağlama görevini kadına değil erkeğe vermiştir: “Erkekler, eşlerinin yönetici ve koruyucusudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı insanlara bazılarından üstün özellikler vermesi ve erkeklerin, kendi mallarından aile fertleri için harcama konusundaki yükümlülükleridir…” (Nisâ 4/34)
Erkeğe bu rolün verilmesi, genel anlamda erkeklerin kadınlardan üstün ya da yöneticilik konusunda erkeklerin her durumda ayrıcalıklı/öncelikli olduğu anlamına gelmez. Sadece aile ilişkilerinde birlik ve düzenin sağlanması amacıyla ve özellikle fedakârlığın söz konusu olduğu alanlarda ailede sorumluluk üstlenmeye uygun bir pozisyonda bulunmasından dolayı erkekler eşlerinin yöneticisi olarak belirlenmiştir. Nitekim yeryüzünde sadece Hz. Âdem ile Havva var iken Allah’ın her ikisine veya sadece Havva’ya değil de Hz. Âdem’e hitaben “ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin…” (Bakara 2/35, A’raf 7/19) ifadesi de sorumluluğun Âdem’e verildiğinin işaretidir.
Normal karşılanan eşcinsellik ve benzeri cinsel eğilimler
Sözleşme’de eşcinsellik ve benzeri cinsel eğilimler(kamuoyundaki yaygın kullanımıyla LGBT) ile ilgili açıkça herhangi bir atıf olmamakla birlikte sözleşme’nin 4/3. maddesi “cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmasını” yasaklamaktadır. Eşcinselliğin özgürlük alanı olarak belirlenmesi ve yasal birtakım haklara sahip olması, işte bu maddedeki “cinsel eğilim”in bir statü olarak belirlenmesi ve bu eğilimde olanlara ayrımcılık yapılmasının yasaklanmasına dayanmaktadır.
Kur’an ise “aralarında nikâh bağı olmayan erkek ve kadın arasındaki cinsel ilişki” anlamındaki zinayı, hatta zinaya yaklaşmayı “Zinaya yaklaşmayın! Çünkü zina, bir hayasızlık (Fâhişe) ve çok kötü bir yoldur.” (İsra, 17/32)hükmüyle yasakladığı, hatta “zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz celde/sopa vurun!…”(Nûr, 24/2) hükmüyle de cezasını belirlediği gibi eşcinselliğin de Lût (as) döneminden itibaren başlayan ve Kur’an’da geçtiği her yerde “el-fâhişe” terimi ile nitelendirilen bir fuhşiyat/hayâsızlık olduğunu (A’râf, 7/80-81; Neml, 27/54-55; Ankebût, 29/28-29), âyetlerden doğrudan çıkan bir hüküm olmasa da dolaylı olarak nasıl cezalandırılacağını da bildirmiştir:
“Lût (as) kavmine dedi ki: Sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlık (el-fâhişe) yapıyorsunuz. Kadınları bırakıp erkeklerle ilişkiye giriyorsunuz, sonra da yaptığınız bu işi toplantılarınızda birbirinize anlatıyorsunuz.” (Ankebût, 29/28-29. Benzer ifadeler için bak: A’râf, 7/80-81, Neml,27/54-55)
Bilindiği gibi hem dinin, hem örf ve geleneğin kötü gördüğü ve hayâsızlık olarak nitelendirdiği bu davranışın faillerini eleştirmek, ahlaksızlık olarak nitelendirmek İstanbul Sözleşmesine göre suç sayılmaktadır. Bu durumda Lût’un (as), eşcinselliği hayat tarzı haline getiren kendi kavminin hayâsızlık yaptığını ilan etmesi ve uyarması, özgürlüğe müdahale ve suç olmaktadır. Allah’ın, altını üstüne getirerek ve taş yağmuruna tabi tutarak helak ettiğini haber verdiği (Hûd, 11/82) kavminin, bu eleştirilerinden dolayı Lût’u (as) kendi memleketinden çıkarmakla tehdit etmesi ise (Neml 27/56, A’râf 7/82) bir hak ve özgürlük olmaktadır.
Lût (as) kavminin işlediği kötülükten söz edilen bütün ayetlerde zina değil de zinayı içine alan daha geniş anlamdaki “el-fâhişe” kelimesi kullanılması dikkat çekicidir.“el-fâhişe” Arapçada, bir şeydeki kötülük ve iğrençlik anlamına gelir ve hoşlanılmayan her türlü şey için kullanılır. (İbn Fâris, Mu’cemu Mekâyisi’l-Luğa, 4/478)Türkçede fiyatların olduğundan yüksek olması durumu için kullanılan “fâhiş fiyat” ifadesi, kelimenin “aşırılık, haddi aşma” anlamına da gelmesinden dolayıdır.Kur’ân’da yirmi üç yerde kullanılan bu kelime zinayı da içine alan ancak zinadan daha genel anlamda haddi aşmayı, aşırılığı, kötülüğü ve hayâsızlığı ifade etmektedir. (Bakara, 2/169, 268; Âl-i İmrân, 3/135; En’âm,6/151; A’râf,7/28, 33; Yûsuf,12/24;Nûr,24/21; Ahzâb,33/30; Şuarâ,42/37; Necm,53/32.)Buna göre zina bir fuhşiyattır, “el-fâhişe”dir ama her fuhşiyat/hayâsızlık zina olarak nitelendirilmez.
Bu bilgiler ışığında eşcinsellik ve lezbiyenliğin cezası ile ilişkilendirilen Nisâ sûresinin 15-16. Âyetleri ile ilgili birkaç hususu hatırlatmakta yarar var:
“Kadınlarınızdan hayâsızlık (el-fâhişe) yapanlara karşı aranızdan onların işlediği suça şahitlik yapacak dört kişi çağırın; eğer bu dört kişi şahitlik yaparlarsa, suçlu kadınları ölüm alıp götürünceye ya da Allah onlara (tövbe etmeleri gibi) bir yol gösterinceye kadar evlerine hapsedin. İçinizden hayâsızlık yapan erkekleri ise cezalandırın, tövbe edip kendilerini düzeltirlerse, onları bırakın. Çünkü Allah tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Nisâ, 4/15-16)
Müfessirlerin geneli bu âyetlerde söz konusu edilen ve “el-fâhişe” olarak nitelendirilen suçun zina, dolayısıyla bu âyetlerin, zinanın cezası ile ilgili olduğu görüşünde olmakla birlikte bunun aslında eşcinsellik ve lezbiyenliğin cezası ile ilgili olduğunu savunanlar da vardır. Doğrusu bu âyetlerde erkekle kadın arasındaki ilişki olan zinadan söz edildiğini söylemek âyetin gramatik yapısından dolayı bir zorlamadır. Çünkü âyetlerin gramatik yapısı, erkekle kadın arasındaki ilişkiyi ifade etmeye imkân vermemekte; birinci âyet kadınların birbirleriyle olan fuhşiyatı ve cezasından; ikinci âyet ise erkeklerin birbirleriyle olan fuhşiyatı ve cezasından söz etmektedir.İşlenen fiilin zina olmadığını gösteren başka bir husus da “el-fâhişe” şeklinde ifade eden kötülüğü yapan kadınların ya ölünceye ya da kendilerine bir yol gösterilinceye kadar evlerde tutulmaları emredilirken, aynı fiili yaptığı varsayılan erkeklerin ise miktarı ve sınırı belirlenmeyen bir şekilde cezalandırılmalarının, ancak tevbe etmeleri durumunda kendilerine eziyet edilmekten vazgeçilmesinin emredilmesidir. Kur’an’da cezası belirlenen hiçbir suçun cezasının (zina, zina iftirası, hırsızlık, kısas, yol kesme/eşkıyalık),erkek ve kadın için farklı olmadığı dikkate alındığında, burada farklı cezaların öngörülmesi, kadın ve erkek tarafından işlenen suçların da birbirinden farklı olduğunun başka bir göstergesidir. Buna göre bu iki âyette,kadınların yaptığı fuhuş ile seviciliğin/lezbiyenliğin; erkeklerin yaptığı fuhuş ile de eşcinselliğin kastedilmiş olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü en azından âyetlerin metni bu manaya daha uygundur.(Bak. Mâturidî, 3/67; Zemahşerî, 2/41; Râzî, 9/239; Nesefî, 1/214; Ebû Hayyân, 3/194: Nisâ sûresi 15-16. âyetlerinin tefsiri)
Eşlerin yatak odasına müdahale
İstanbul sözleşmesi, karşılıklı rızanın söz konusu olduğu her türlü cinsel ilişkiye onay vermekte, kişinin rızası dışında cinsel ilişkiyi ise cezalandırma nedeni saymaktadır. Burada ilginç olan ise rıza şartının “mevcut eşler için de geçerli olması”dır. (Madde: 36/1, 2, 3) Yani nikâh akdi ile birbirlerinden yararlanma hakkı olmasına rağmen kadının istememesi durumunda eşinin kendisiyle birlikte olmak istemesi ve bu konuda ısrarcı olması suç sayılmakta, yetkililere bildirildiği takdirde taciz suçu kapsamında erkeğin cezalandırılmasının önü açılmakta,bu yönüyle de “eşine tecavüz” eden birisi olarak değerlendirilebilmektedir.
Oysa Kur’an, nikâh sözleşmesi ile birbirlerine helal olan eşlerin, Allah Resulü tarafından çizilen meşruiyet çerçevesinde herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulamayacağını şu benzetme ile hatırlatmaktadır:
“Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır; tarlanıza dilediğiniz şekilde varın, ama önce kendiniz için güzel davranışlar takdim edin. Allah’a karşı gelmekten sakının…” (Bakara, 2/223)
Kadın-erkek ilişkisinin tarla-çiftçi ilişkisine benzetilmesinde dikkate değer şu hususlar bulunmaktadır: Çiftçi başkasının tarlasına değil sadece kendi tarlasına ve sadece zevk için değil, onu ekmek ve ürün almak için gittiği gibi; bir erkek de başka kadınlara değil sadece kendi hanımına ve neslin devamı amacıyla ya da -her cinsel ilişki neslin devamını sağlama amacını taşıyamayacağına göre- en azından harama düşmemek amacıyla yaklaşır.(Mevdûdî, Tefhîm, 1/151)
Eşler arasındaki sorunlara dışarıdan müdahale: Eşlerin barıştırılması ve aralarının ıslah edilmesinin engellenmesi
İstanbul Sözleşmesi, eşler arasında yaşanan problemlerde pişman olma ve durumunu düzeltme seçeneklerini yok saymaktadır: “Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır” (Madde 48/1)
İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasına yönelik yasalaştırılmış olan 6284 sayılı kanunun 7/1. maddesinde ise karı-koca arasında şiddet uygulanma tehlikesi söz konusu olduğunda (şiddet uygulandığında değil)ilgili ilgisiz herkesin durumu ihbar edebilmesini istemektedir:“Şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin varlığı hâlinde herkes bu durumu resmi makam veya mercilere ihbar edebilir. İhbarı alan kamu görevlileri bu Kanun kapsamındaki görevlerini gecikmeksizin yerine getirmek ve uygulanması gereken diğer tedbirlere ilişkin olarak yetkilileri haberdar etmekle yükümlüdür.
Kur’an ise boşanma aşamasına gelen eşlerin bile arasının ıslahı/barışı için yine de çaba gösterilmesini istediği gibi bu konuda başkalarının değil erkeğin ve kadının kendi ailesinden birer hakemin devreye girmesini istemektedir
“Eğer karı-kocanın ayrılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem belirleyin. Bunlar gerçekten barıştırmak isterlerse Allah aralarındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Nisâ, 4/35
“Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklar göstererek barışmak için gayret göstermelerinde bir sakınca yoktur. Barışmak, elbette daha hayırlıdır…” (Nisâ, 4/128
Kur’an bir veya iki boşanma hakkının kullanılması gibi dönüşü mümkün olan boşanma şekliyle (ric’î talak) boşanan eşlerin barıştırılarak yeniden evlenebilmelerine engel olunmasını da yasaklamaktadır
“Kadınları,(evliliğin devam etmesine engel olmayan şekilde bir veya iki talakla) boşadığınızda ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdiklerinde, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların önceki/eski kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın…” (Bakara, 2/232
Diğer taraftan Kur’an, karı-kocadan her birisinin diğeri için bir elbise gibi olduğunu, eşlerin birbirlerinin kusurlarını örten, birbirlerini koruyan ve birbirlerine en yakın olan kimseler olduğunu hatırlatmaktadır
“Oruç tutulan günlerin gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Kadınlar sizin için birer elbise, siz de kadınlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinizi sıkıntıya düşüreceğinizi bildiği için size mağfireti ile yönelmiş ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Artık onlara yaklaşabilir ve Allah’ın sizin için uygun gördüğünden yararlanabilirsiniz…” (Bakara, 2/187)
Evli Kadın ve erkeklerin birbirleri için elbise olduğunun vurgulanması, evliliğin sadece erkeğin kadından faydalanmasını sağlayan bir sözleşme olmadığına, aynı zamanda eşler arasında hayat ortaklığını ve neslin devamını sağlayan, haram ilişkilerden korunmak, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamak, ömür boyu birbirine destek olmak amacı ile kadın ve erkeğin karşılıklı olarak yaptıkları bir sözleşme olduğuna işaret etmektedir
Başka bir ifadeyle eşler arasındaki ilişki, elbise ile beden arasındaki ilişki gibidir. Şöyle ki:
1. İnsan elbiseye ne kadar muhtaç ve bağımlıysa, eşler de o kadar birbirine muhtaçtırlar.
2. Elbise ile bedenin birbirine çok yakın, uygun ve aralarında hiçbir şeyin bulunmaması gibi, eşler de birbirlerine çok yakındır.
3. İnsanın giydiği elbiseden sakınması/korunması gerekmediği gibi, eşlerin birbirlerinden sakınması/korunması da söz konusu değildir.
4. Elbise, insanın çirkinliklerini örten şey olduğu gibi eşler de birbirlerinin kusurlarını örten kimseler.
5. Herkesin kendi elbisesi sadece kendisine aittir, kimse başkasına ait elbiseyi (normal şartlarda) giy(e)mez. Dolayısıyla eşler de sadece birbirlerine aittir ve eşlerine davrandıkları gibi başkalarına davranamazlar
Kadının sadece sözlü beyanı ile erkeğin kendi evinden ve ailesinden uzaklaştırılması
Sözleşme, yetkili makamlar tarafından, aile içi şiddet faillerinin, mağdurun veya risk altındaki şahsın ikametgâhını yeterli bir süre için terk etme emri verme ve faillerin mağdurun veya risk altındaki şahsın ikametgâhına girmesini veya mağdurla veya risk altındaki şahısla temas etmesini yasaklama yetkisi verilmesini temin edecek yasal veya diğer tedbirleri alınmasını istemektedir. (52. madde)
Yine İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasına yönelik yasalaştırılmış olan 6284 sayılı kanun ile “koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Bu kararın verilmesi, bu kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez” hükmünü getirmektedir. (8/3. maddesi) Kamuoyunda sadece “kadının beyanı esas alınarak” işlem yapılması ile ilgili tartışmaların merkezinde işte bu madde bulunmaktadır
Doğrusu bu tablo, Yûsuf(as) kıssasında, gizleme gereği duymadan Yûsuf ile birlikte olmak istediğini söyleyen, daha sonra suçlunun kendisi olduğunu herkesin huzurunda açıkça ilan eden (Yûsuf, 12/32, 51) azizin karısı istedi diye suçsuz olan Yûsuf’un (as) hapsedilmesini akla getirmektedir. Mağdur olan Yûsuf (as),ifadesi ve ortaya koyduğu deliller görmezden gelinerek sadece kadının beyanından hareketle cezalandırılmıştır. İşte Kur’an tarafından ahlaksızlık ve zulüm örneği olarak anlatılan bu olay, delile bakılmaksızın sadece kadının beyanının doğru kabul edileceğini, delil ve belge aranmayacağını öngören -sözüm ona- çağdaş ve modern anlayışın(!) tarihteki izdüşümüdür. Yûsuf (as) kıssası ile bugünkü uygulama arasındaki en önemli fark ise, dün küfrün egemen olduğu bir toplumda bunlar geçerli iken bugün neredeyse tamamının Müslüman olduğunu iddia edenlerin bulunduğu ülkelerde yaşanıyor olmasıdır
Mevcut haliyle İstanbul Sözleşmesi, bu Müslüman toplumun ne dinine, ne örfüne, ne de aile yapısına uygundur. Bir Müslümanın, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve bunun için ciddi ve caydırıcı önlemler alınması konusunda aykırı düşünmesi, muhalefet etmesi imkânsızdır. Asıl amaç aile kurumunu ortadan kaldırmak veya en azından saygınlığını kaybettirmek değil de gerçekten kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek ise, din anlayışları, örf ve adetleri, kültürleri, aile tasavvurları bizimle hiç örtüşmeyen batının/Avrupa’nın kendilerine göre oluşturup başka toplumlara dayattığı yasalar ve sözleşmeler yerine kendimize ait sözleşmeler yürürlüğe konmalıdır
Ayrıca hiçbir çekince veya şerh koymadan Sözleşme’yi imzalamaya öncülük edenler sorgulanmadan ve hesaba çekilmeden sadece Sözleşmeyi eleştirmek hamasetten öteye geçmeyecektir. Yapılması gereken, Sözleşme’nin birinci derecede mimarlarının da kamuoyu önünde sorgulanması ve birçok araştırmada ortaya konduğu gibi Sözleşme’nin uygulanmasıyla aile kurumunun içine düştüğü çıkmazların, hatta çoğu zaman cinayetle sonuçlanan etkilerinin nasıl telafi edileceği konusunda somut adımların atılması gerekmektedir. Sonuçları neredeyse bütün toplumu olumsuz yönde etkileyen Sözleşme’nin aile yapımıza uygun olmadığını itiraf ederek özür dilemek yeterli değildir. Yapılan bir hata varsa bunun gereğinin de yapılması gerekmektedir.
(*) İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi