Mustafa Kutlu, Yeni Şafak‘taki 1 Mart tarihli yazısında, Turgut Cansever’in 1999 depremiyle ilgili bir konuşmasından bahsetmekte:
“Bu konuda Hoca Almanya’nın tecrübesinden örnekler veriyor. İstanbul kadar büyümüş ve ondan fazla nüfusa sahip olmuş Frankfurt’un nasıl bir yapı taşıdığını gösteriyor. Bu yapı yıldız kümesi şehir anlayışında kurulmuştur. Merkezde en fazla üç milyonluk bir yerleşim, onun çevresinde en az otuz-kırk kilometre aralıklarla (peyk olmayan, bağımsız ve kendine yeterli-aynı zamanda ihtisas ağırlıklı) iki ve bir milyonluk şehirler. Onların çevresinde de daha az nüfuslu merkezler.”
Zeynep Sena Çomoğlu da Serbestiyet‘teki 26 Şubat tarihli yazısında, Turgut Cansever’in bu konudaki çabalarından söz etmekte:
“22 Şubat 2009’da vefat eden, dünyada üç kez Ağa Han ödülü almış tek mimar Turgut Cansever. 1999 Marmara Depremi’nden sonra önce ünlü isimleriyle Deprem Çalışma Grubu’nu kurdu. Bir felaket yaklaşıyordu, binalara güçlendirme yapmak bir seçenekti fakat bu çok maliyetli olacaktı. Çare, yeni şehirler kurmaktı. Kırklareli’de 25.000 kişilik 30 şehrin yaklaşık yeri belirlendi. 2003’den 2009’a altı yılda kademeli olarak şehirler toplamda 750.000 kişilik nüfusa ulaşacaktı. Şehirler raylı sistemle İstanbul’a bağlanacaktı. Bütçe hazırlandı, Dünya Bankası’yla kredi için görüşülüp, anlaşıldı. Cansever, beş yıl bu proje üzerinde bütün masrafları kendi karşılayarak çalıştı. Raporlar Başbakan Erdoğan’a mektup olarak iletildi. Cansever, Erdoğan’a sunum da yapmak istedi ama olmadı, ‘müteahhitlik alışkanlıkları ve aktörleri devreye girdi’ ve proje raflarda kaldı.”
Zira Hoca’nın kapısında saatlerce beklediği halde görüşemediği Recep Tayyip Erdoğan’la müteahhitler lobisi görüşmekteydi.
Kritik, yani sorunsallaşan bir mesele hakkında derinlemesine düşünmek ve çareler aramak için illa bir kriz çıkması da şart değildir elbette ya da düşünmek için illa da düşmemiz gerekmemekte.
Ama çoğu zaman böyle olmaz ve gerçek kritikler de genellikle kriz anlarında ortaya çıkar. Bu kriz savaş, hastalık, kıtlık veya siyasal bunalımlar biçiminde tezahür edebilir.
Kayda geçen ilk kriz belki de Yusuf (as) döneminde Mısır halkının yaşadığı kıtlıkla ilgilidir ve buna çareyi bulan da Mısır melikinin bürokratları değil, o sırada zindanda bulunan bir İbrani köle, yani Yusuf (as) olur.
Ve belki de tarihte ilk kez tabiatta olduğu kadar toplumsal süreçlerde de kimi döngüsel tekrarların, yani krizlerin varlığının farkına varan ve bu durumu kritik ederek bu krizden çıkışa dair çare üreten de o olmuştur.
2015 yılında yayımlanan Yeni Bir Dünya Üzerinde Düşünmek adlı kitabımda bu konuya değinmiştim.
“Rus iktisatçı Nikolai Kondratiev’in geliştirdiği ve genç yaşında Stalin tarafından katledilmesinden sonra, kendi adıyla anılan döngü ya da dalga kuramındaki fazlar ise, 1800 yılından itibaren başlattığı 50 (40-60) yıllık toplumsal döngülerdir: mekanik ve dokuma endüstrisi evresi, demiryolu ve çelik endüstrisi evresi, elektrik makineleri ve kimya endüstrisi evresi, petrokimya ve otomobil endüstrisi evresi, ve hâlen içerisinde olduğumuz iletişim ve bilişim teknolojileri evresi. Jay Forrester da iktisadi/siyasi evrelerin 5-7 (3-5, 7-11) yıllık kısa evre, 18 (15-25) yıllık yatırım evresi, 50 (45-60) yıllık uzun evreler” olduğunu ileri sürmüştür. Bu tür toplumsal veya iktisadi döngülerden İbn Haldun kadar Marx ve Fernand Braudel de söz etmektedir.
Sorun elbette ki kriz/bunalım süreçlerinin doğallığında değil, bunun kritik edilmesi ve buna dair tedbirlerin alınmasındadır. Nitekim geçen haftaki yazımda da buna değinmiştim: Bunalımlara dair bir yığın hikâye yaşanmış olsa da, “kendini bilmezlik, tarihten ders çıkarmasını da bilememektir. Âkif’in de söylediği gibi şayet yaşananlardan ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder miydi?”
Her toplum kriz yaşayabilir ama sorun düşmekte değil, düşün(e)memektedir. Günümüzde ise doğal ve toplumsal sorunlar üzerinde düşünerek buna karşı çareler üreten daha çok Batı toplumları.
Çünkü krizin çözümlenmesi için kritik edilmesi, dolayısıyla da buna zihinsel olduğu kadar deneyimsel açıdan da hazırlıklı olunması gerekmekte ve görünen o ki hazırlıklı olanlar da daha çok bu toplumlar.
Bu tür doğal, iktisadi ve buna eşlik eden siyasi krizlerin ilk kez farkına varansa, Yusuf’tur. Bunu kritik ederek çözümleyen de odur. Mısır melikinin bürokratlarının çözemediği bir sorunun çaresini Yusuf gibi zindandaki bir kölenin bulabilmesi ise Yusuf’un çağının en bilge insanı olmasıyla ilgilidir.
Zira o babası Yakup tarafından özenle eğitildiği gibi, bu eğitimi köle olarak sarayında bulunduğu “Firavun’un muhafızlarının reisi Potifar’ın (aziz)” (TDV ansk.) maiyetindeyken ve hatta zindanda da sürdürür. Dolayısıyla Yusuf bu sorunu çözmek için en hazırlıklı kimsedir.
Yani mesele bunalım, kriz ya da düşmelerde değil, bu durumdan çıkmak için kritik edecek, düşünecek ve çareler üretecek insanların varlığındadır.
Ve yine mesele bir yığın anlı şanlı danışmanlar, bürokratlar ve bendelere sahip olmakta da değil, bu tip bunalımdan çıkışa dair hazır oluşta ve hatta gereğinde zindandaki Yusuf’a akıl danışacak bir ferasete sahip olabilmektedir.
Ve yine bilinmelidir ki Yusuf’u sorunu teşhise götüren aklı, bilgisi ve eğitimi, yani kitap iken, sorunu çözmesini sağlayan ise yedi yıllık doğal bolluk ve kıtlık döngüleri sürecinde uyguladığı disiplinli mücadelesi, becerisi ve hayata dair bilgeliği yani hikmet’tir.
Şayet bu durumun farkında olabilseydik, doğal, siyasi ve iktisadi döngülerdeki çakışmaların da farkına varır ve hazırlığımızı buna göre yapardık.
O zaman ki gösterişli kuruluşlar, içi boş kurumlar, alayişli konvoylar, pahalı ve büyüleyici tv dizileriyle ancak kendimizi kandırdığımızın farkına varır ve kıymeti etrafımıza yığdığımız sadık bendelere değil, zindandaki Yusuflara vermesini bilirdik.
Ve yine o zaman ki şu yüz yıllık Cumhuriyet sürecinde -ki bu da Osmanlının kuruluşundan beri yaşadığımız uzun döngülerden birisidir-, yaşanılan onca depreme rağmen Erzincan’ı fay hattının üzerinden geçtiği ovanın ortasına kurmakta diretmez, şehri ovayı çevreleyen dağların yamaçlarına kaydırır ve böylece oldukça zengin bir tarımsal alanı da beton yığınına gömerek heba etmezdik.
Alın bu kritiği Maraş’a, Hatay’a, Düzce’ye; Sakarya’ya ve hatta İstanbul’a taşıyın. Nerede o sadece anma toplantılarında hatırladığımız bilge mimar Turgut Cansever?
Nerede onun kriz zamanında, yani 1999 depreminden hemen sonra İstanbul’u kurtarabilmek için hazırladığı planlar?
Ama bu süreç içerisinde İstanbul, emlak ve müteahhitlik firmalarının saldırganca girişimleriyle adeta bir betonarme ve gökdelen cehennemine dönüşmüş durumda.
Bunun bedelini ise her gün trafikte harcanan zamanımızla, petrole harcanan millî servetle ve soluduğumuz kirli havayla ödemekteyiz.
Allah korusun, muhtemel bir İstanbul depreminde neler ödeyeceğimizi ise kestirmek bile mümkün değil.
Kaynak: Farklı Bakış