Sait Alioğlu Yazdı;
İnsanı ilgilendiren bilginin, çeşitli adlar altında ve kendine uygun formlar içerinde, adına kısacası “eğitim kurumu” diyebileceğimiz resmî ve özel mekânlarda tedris edildiği bilinmektedir.
Aynı zamanda, günümüzün kendine uygun şartlarında oluşan bilgiye de kaynaklık etmiş bulunan kadim bilginin, eğitimin tedrisine uygun mekânlarda verilmesinin yanında, bu bilginin, asırlardır, kuşaktan, kuşağa –aslında her zaman bir avuç insana- bilge insanların gayretiyle aktarıldığı bilinmektedir.
Bu tedris şeklinin, resmî olmaktan ziyade “özel ve alabildiğine sivil bir anlayışla oluştuğu söz konusudur.
Bilginin, bu şekilde, ona, istekli olana verilmesi, hem onu sunanın kendi özgünlüğünü perçinlemiş, hem isteklisinin(talep eden) özgün kalmasını sağlamış ve hem de eğitime, bilginin selâmeti açısından bağımsızlık kazandırmıştır.
Elbette, bu bilgiden ve bilginin arz ve talebine binaen, bilginin sadece arz eden ile taliplisi arasında süregelen bir ilişkiden farklı olarak, başta otoriteyi elinde bulunduran devletin ve bazı güç odaklarının, eğitim üzerinden bilgiye ihtiyacı olmamış mıdır?
Elbette olmuştur.
Bu, bazen bilginin namusu, maksadı ve özgünlüğü açısından, onun özgül ağırlığı dikkate alınarak soft(yumuşak) bir şekilde temin edilmeye çalışılırken; çoğu kez de, hemen her alanda olduğu üzere bilgiye sahip olma arzusuyla, eğitimin zor yollar kullanılarak, büyük oranda devletleştirildiği bilinmektedir.
Hem, yönetimin saltanata dönüştürüldüğü süreci takip eden klasik dönemlerde ve hem de, bu içerisinde yaşadığımız “modern ve postmodern” dönemde devam ettiği gibi, bilgiye sahip olma, onu kullanma adına eğitimin resmileştirildiği de bilinmektedir.
Burada, dikkat çekilecek nokta, kendi meşruiyetini temin sadedinde, eğitimin, kurumu ile birlikte resmîyet kazanması değil, bilakis, onu kullanarak kendi gücünü pekiştirmeye çalışan otoritenin, onu, resmiyet kalıbına sokması ve onu, o şekilde kullanması mevzuudur.
Hemen her uygulaması, Kur’an merkezli olduğundan dolayı, gerek kendi döneminde uygulanan “devletlû” anlayışlara zıt olan ve gerekse de, orta dönem ile günümüzde var olan uygulamalarla kıyaslanmayacak olan peygamberi anlayışa bakıldığında, o dönem, eğitiminin kendine özgü karakteri barındırdığı söylenebilir.
İslam’a uygun ilk eğitim, protip olarak, daha Hz. Muhammed’in(s) yaşadığı dönemde Medine’de faaliyette bulunan Suffa’da tedris edilmiştir.
Hz. Peygamber’i(s) her haliyle bir otorite olarak değerlendirecek olsak dahi, onun otoriterliği ile farklı formlardaki otoriter anlayış ve yapıları bir tutmamamız gerekir.
Zira var olan cümle otoriter yapılar, insanları kendi çıkarları ve olası gelecekleri için, onları, bir nevi uysallaştırmaya, yönlendirmeye, güdülmeye hazır hâle getirmeye yönelik iken, onun(s) yaptığı ise, kulu, kula kulluktan azade kılıp onu Allah’a kul kılmak ve o sayede ona “hak ettiği” özgürlüğünü tevdi etmekten ibaret idi.
Böyle olduğuna göre, bizzat Hz. Muhammed’in(s) dizi dibinde verilen eğitim, hem dünyaya ve hem de ukbaya yönelik olduğu için, diğer eğitim anlayışlarından ve sistemlerinden elbette farklılık içerecekti.
Hz. Peygamber(s) döneminde kendine özgü yapısı, bir müddet kendini korumuş ve maksat açısından iyi ve güzel sonuçlar elde edilmişti.
İslam’ın, Arap toprakları dışında intişarı(yayılması) ile başlayan “yeni” süreçte, yönetim formu başta olmak üzere, birçok formda olduğu üzere eğitim formunda da belirgin değişiklikler vaki olmuştu.
Eskiden, camilerde, mescitlerde, o da herkesin, kendi mezhep ve meşrebine yakın inanlardan tedris ettiği eğitimde; kişinin kendi hocasını arayıp bulduğu model yerine, devletin olaya el koyup, onu devletleştirdiği bir sürece girilen ve o şekilde uygulanan “yeni” modele geçilmiş oldu.
O dönemlerde, herkesin kendi mezhebi ve meşrebi içre, camii ve mescit gibi devletten bağımsız duran “özel” mekânlarda talep edilen-verilen eğitimin yanında, yukarıda da belirttiğimiz üzere, onun devletin tekeline geçtiğini belirtmiştik.
Aynı zamanda, devletin eğitimi tekeline alması işinde de, işin başında bizzat devlet olduğu halde, farklı uygulamalarda vaki olmuştu.
Eğitimin, devletin tekeline geçmesi konusunda bilinen en belirgin örnek, Büyük Selçuklu döneminde, başında müderris olarak Hüccetü’l-İslam namlı Ebu Hamid İmam-ı Gazali’nin bulunduğu Nizamiye Medresesi gösterilebilir.
Bu durum, aynı zamanda, İslam’ı; Kur’an’ı, sünmeti vb. layıkı vechile anlamaya yönelik düşünsel ve amelî çabaları içeren özgürlükçü bir İslam anlayışı yerine, insanı, kul olma hasebiyle, O’nun© muradının hilafına “Allah karşısında iradesiz varlıklara dönüştürme gayretinin öne çıktığı” Eş’arî anlayışın, orada durmayıp, ona nazaran daha özgürlükçü olan Maturidiliğe galebe çalan bir anlayışı doğurmuş oldu.
Bundan da önce, iyi bir konumda iken, “Kur’an halık mıdır, yoksa mahluk mudur?” ya da “Mihne olaylarına” katılmasından ötürü gereksiz söylemlerle kendi önünü tıkayan Mu’tezîlenin, insanın özgürlüğü, dolayısıyla da, eğitim konusunda var olduğu düşünülen özgünlüğü de bu sayede güme gitmiş oldu.
Bununla birlikte, gerek Anadolu Selçuklularının ilk dönemlerinde, onlara bağlı olarak kurulan Danişmend Oğulları devleti ile bin üç yüzlerde Kuzey Afrika’da(Tunus) İbn Tümert’in riyasetinde kurulan Murabıtlar/Muvahidler devletinde, eğitimin “devlet eliyle de olsa” toplumun tüm katmanlarına, o da, “ilim öğrenmenin, kadın, erkek herkese farz kılınmış olduğu” hakikati üzerinden yaygınlaştırılması da kendine özgülüğü açısından zikre değer.
İlmin, erkeklerle birlikte kadınlara da farz kılındığını belirtmiştik. Buna dair bir örnek ise; Emevilere uzun bir dönem başkentlik yapmış bulunan Harran’da, yaklaşık yetmiş yıllık bir süreçte, İslam’a dair birçok ilmî disiplinde kendini ispatlamış bulunan kırk civarında bayandan(âlime) bahsedilmektedir.
Böyle bir niteliği, biz Müslümanlar olarak hiçbir dönemde yakalayamadık. Bırakın yakalayamadığımızı; klasik dönemleri geçtik, modern dönemde dahi kızların, kadınların okuması haramdır” dar anlayışına binaen, eğitimde dibe vurduk ve başımıza gelen her musibetin faturasını ise Batı’ya ve bizim Batıcılara kestik durduk…
Gerçi, eğitimin klasik dönemlerine işaret edecektik, ama konu gelip bizim bu “çağdaş” dönemimizde, onu aşmaya ve onun yanlışları bir tarafa, doğrularına dikkat çekip onun hızıyla daha da ilerlemeye çalışmamız gerekirken, iyi işler dışında, çoğunlukla yanlış yol/yöntem takip ederek eğitim alanında yaya kaldık, durduk!
Bu durum, biz Müslümanları, baştan beri gözden çıkarmış bulunan, ama bizleri kendilerinin bekası için “hazır kıta, kurşun asker” olarak gören ve değerlendiren bilumum Kemalist laik sistem ve yandaşları, bizim eğitimli olmamızı pek de düşünmemiş olmalı ki, yıllarca, eğitimde din dışı ve içeriği spekülasyonla dolu, bilimi, önünde eğilip “ona saygıda kusur edil-e-meyecek olan put gibi görmeye yönelik olarak oluşturulan yol ve yöntemleri kullandı, durdu.
Birçok alanda başarı ve başarısızlığı bir tarafa, eğitim alanında da başarısının yanında başarısızlığı da var olan AK Parti iktidarının, eğitimden bir şekilde (devlet, çevre ve aile) mahrum bırakılmış Müslüman halkın kızlarının eğitimli olmasına yönelik yürütülen “haydi kızlar okula!” kampanyaları da “sözde” dindar, ama ham softa, kaba yobaz insanların saldırılarına, salvolarına maruz kaldı.
Modern ve hatta postmodern dönemde vaki olan bu hâl, ne İbn Tümertlerin ve ne de Harran’daki âlimelerin eğitim hususunda elde ettikleri sonuçla kıyaslanmayacak kadar ham softalık içermektedir.
Kaynak: Farklı Bakış