“Filistin bizim kırmızı çizgimizdir!”, “Kudüs bizim kırmızı çizgimizdir!”, “Mescidi Aksa bizim kırmızı çizgimizdir!”, “Gazze bizim kırmızı çizgimizdir!” … Gibi cümleler Filistin konusunda ki özellikle iktidar sahiplerinin (muktedirlerin) ve siyasilerin dillerine pelesenk ederek kamuoyuna karşı yaptıkları konuşmalarında ki vurucu söylemler olarak görülür. Aslında “kırımızı çizgi” söylemi iç ve dış siyasette birçok konuda, sadece Türkiye’de olmayıp neredeyse bütün dünyada dillendirilen bir söylem olarak her daim karşımıza çıkar.
Peki ne demektir Kırmızı çizgi? Nerede ne zaman icat edilmiş ve neleri anlatmak için kullanılır? Türkçe sözlüğüne (TDK) göre; kesinlikle yasak olan ve aşılmaması gereken bölgeyi belirleyen çizgi olarak tanımlandığını görürüz. Lügati fasihte (kitabi) tanımlamada bu iken, meşhur olan galatta (halk arasında) "olmazsa olmaz", “geri adım atılamaz”, "vazgeçilmez", “aşılmasına izin verilemez”, “asla taviz verilemez”, “sıkı duruş sergilenen” tavır/tutum ve davranış olarak kullanıldığını görürüz. Zaten iktidar sahipleri ve siyasilerde bu deyimi halkın anladığı şekilde kullandıklarını ima etmek için söylevlerinde bu cümleye gelindiğinde ayrıca “vurgu” yaparak dikkat çekerler.
“Kırmızı çizgi”, deyimi son noktayı koyma, bitirme resti/jestidir. Bu söz ağızdan çıktığında ilgili konu hakkında ki bundan sonra söylenecek her sözün “laf kalabalığı yapmaktan ibaret” olacağı, “gerisinin teferruattan öte gitmeyeceği” veya “yapılacak konuşmaların ve ortaya konulacak tavırların hiçbir anlam ifade etmeyeceği” ortaya konulmuş oluyor. “Kırmızı çizgi” çekildiğinde konunun müzakereye, tartışmaya, yeni değerlendirmelere kapatıldığı anlamını ifade ettiğinden “sözün bittiği” anın vurgusu olarak da anlaşılmaktadır.
Kırmızı çizgi teriminin çıkışı, Irak Petrol Şirketi’nin ortakları olan Britanya, ABD ve Fransa’dan büyük petrol firmalarının 1928 yılında imzaladığı bir anlaşmaya dayandırılıyor: Red Line Agreement – Kırmızı Çizgi Anlaşması. Osmanlı İmparatorluğu’ndan ‘dağılan’ arazi üzerinde, petrol açısından ehemmiyet taşıyan sınırları kırmızı bir çizgiyle belirleyen ve Şirket’in bu sahadaki çıkarlarını ve imtiyazlarını kayda bağlayan bir anlaşma. Terim, oradan diplomasi diline intikal etmiş. (Tanıl Bora – Birikim Dergisi 7 Nisan 2021 Çarşamba)
7 Ekim sabahı Hamas’ın askeri kanadı İzzettin el-Kassam tugayları kendileri ve o toprakların bütününde yaşamakta olan tüm Filistin halkı için kaçınılmaz hale gelen “el-Aksa Tufanı” olarak isimlendirdikleri büyük bir kıyam/intifada hareketini başlattılar. Bu kıyamda ki amacın yaklaşık bir asırdır Filistin topraklarında Lanetli Siyonist Yahudi terör örgütü ve avenesi tarafından bilinçli, planlı, programlı bir şekilde sürdürülmekte olan işgale, mezalime, katliama, vahşete “dur” demek olduğu tüm dünyaya ilan ediliyordu. Hedefe ise; bu toprakları gerçek sahiplerine tevdi etmek suretiyle asırlardır İslam’ın egemenliğiyle hayat bulmuş adaleti, ahlakı, erdemi, fazileti yeniden ihya etmek konuluyordu. Böylece bu kıyam/intifada ile yaklaşık yüzyıldır süren zulumâtın egemen olduğu karanlık bir dönem kapatılarak nurun egemen olacağı aydınlık bir dönem başlatılmış olacak. Kısaca hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir “milad”ın başlangıcı gerçekleşiyordu.
Lanetli Siyonist Yahudi terör örgütü kendileri için güvenli yurt edindiklerinden emin oldukları işgal topraklarında başlatılan “tufan” ile önce büyük bir şaşkınlık yaşamış, bundan sıyrılır sıyrılmaz da Gazze’ye ölüm yağdırmaya başlamıştır. Büyük bir öfke/nefret/kinin dışa vurumu olarak insanlığın bile dibe vurduğu bir vahşet ile çocuk, kadın, yaşlı, genç demeksizin tarihin çok az şahit olduğu ve olabileceği bir katliamı gerçekleştirmektedirler. “Hitleri”, “Moğolları” bile mumla aratacak bir soykırımın failleri olmayı sürdürün bu katiller sürüsüne en büyük destekte “küfür tek millettir” düsturu çerçevesinde başta ABD olmak üzere neredeyse batının tamamından gelmektedir. Gazze’yi haritan silmek ve Hamas’ı boyunduruk altına alıp köleleştirmek hedefiyle insanları alçakça/kahpece öldürüyorlar, ekini ve harsı yok edercesine taş üstünde taş bırakmıyorlar.
Kemiyet itibariyle milyarlarla ifade edilen, fakat iş keyfiyete geldiğinde bir avuç Yahudi kadar bile dünya siyasetinde söz sahibi ol/a/mayan İslam dünyası ise üzerlerine “ölü toprağı” serpilmişçesine elde ettikleri kazanım, konfor, makam, mevki ve mülkleri kaybetmemek için “görmedim, duymadım, bilmiyorum” maymun üçlemesinin bütün tezahürlerini ortaya koyarcasına sessiz sedasız bu katliamı izlemekte. Bir avuç duyarlılığını yitirmemiş insanların cılız ses ve protestoları ise ne acıdır ki katliamın aktörlerine bırakın geri adım attırmayı daha da azgınlaşıp vahşileşmelerini sağlamaktan öteye geçmemektedir.
İslam dünyasının muktedirleri (iktidar sahipleri) -ki içinde Ülkemiz ve İran’da dahil olmak üzere- ise bilindik söylemlerle sadece kınama (-fark burada oluşuyor genellikle- bazıları çok sert ifadelerle, birileri ise dili ile dişi arasında ne dediği bile pek belli olmayan bir üslupla bunu gerçekleştiriyor) ile yetindiklerine şahit oluyoruz. Özellikle yaptırım konusunda aynı tavrın takınılmadığına ve sürekli kaçamak cevaplarla polemik konusu oluşturacak savunmalarla olayın ciddiyetinin saptırıldığını görmekteyiz. “Kırmızı Çizgi” söylemi buralarda da defaatle gündeme gelmekte ve bu aşıldığında “parmaklar sallanarak” tehditler savurulabilmektedir.
Peki bu “kırmızı çizgi” ne zaman, nasıl, ne olduğunda aşılmış olacak ve savurulan tehditlerin karşılığı -ki ne olduğunu kimsenin bilmediği, sadece sözün sahibinin zihninde var olan- eylemler devreye girecek? Şu ana kadar Gazze’nin %60-70’i yakılmış/yıkılmış, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere cesetlerine ulaşılabilen ölü sayısı yirmi bini geçmiş, yaralı sayısı elli binleri aşmış, iki milyona yakın insan evlerinden/yurtlarından edilerek sığınacakları güvenli hiçbir nokta bırakılmamış, hastane, cami, okul, kamu binası, BM’nin güvenliği altında olan mekânlar dâhil tüm binalar vurulmuş kısacası her anlamda enkaza çevrilmiş bir coğrafya tüm dünyanın önünde ayan beyan duruyor. Bu sayıların kaç ile çarpılması lazım ki “kırmızı çizgi”nin aşılacağı orana ulaşılmış olsun ve -her ne ise zihinlerde olan- o eylemler devreye girsin. Ne kadar çocuk, ne kadar kadın, ne kadar savunmasız insanın ölmesi, ne kadar daha güvenli addedilen binaların göz göre göre hedef alınarak bombardıman altında tutularak yıkılması, ne kadar insanın “insanlık onurunu” ayaklar altına alacak muamelelere tabi tutulup adeta alınlar kaşınırcasına saçma sapan gerekçelerle esir/mahkum edilmiş olması, nereye götürüldükleri, nasıl bir muameleye tabi tutuldukları ve daha da acısı sağ mı ölü mü oldukları dahi bilinmeyen insanların tutsak edildiği oran ne olmalı ki “kırmızı çizgi” aşılmış olsun.
Aslında biz bu tür sahnelerin benzerlerine kırk-elli yıldır istesek de istemesek de yaşayan şahitleri kılınmaktayız. Afganistan’da, Bosna’da, Irak’ta, Mısır’da, Tunus’ta, Cezayir’de, Suriye’de, Yemen’de… “Bir koyup bin alma” ticari dehanın(!) ürettiği mantalite veya “masada bizimde olmamız gerekiyor” gibi ne anlam ifade ettiği bile anlaşılamayan gerekçelerle tüm bu ülkelerde ki yaşanan katliamların, işgallerin, çatışmaların, sürgünlerin, göçlerin ya direkt ya da en direkt aktörü olduğumuz unutulmamalı. Küçük/basit demagojilerle buralardan büyük kahramanlıklar(!) devşirmeye çalışmak ise daha büyük bir vahametin, aymazlığın içerisinde debelenildiğinin bir göstergesi olmaktan öteye geçilemeyeceği de unutulmamalı. Batının iğrenç/insanlık dışı tezgahlarının nasıl gönüllü figüranları olunduğunu tarih “çok acı” bir şekilde sayfalarına-satırlarına yazacaktır tüm bunları. “Kırmızı çizgi” vurgulu söylemler tüm bu ülkelerde sahneye konan insanlık dışı oyunlarda da hep birileri tarafından dillendirilmiş ama ne hikmetse oyunu/tezgâhı kurgulayanlar istedikleri gibi oyunlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Geriye sadece kaos, yıkım, kan ve gözyaşı bırakarak.
Hamasetin, duygusallığın, şovenizmin egemen olduğu bir toplumda reel gerçeklik ne acıdır ki konuşulacağı, tartışılacağı, müzakere edileceği bir ortamı bulamamakta ve “ötekileştirme” en kaba, en keskin, en irrite edici sözlerle her daim kendine yer bulabilmektedir. Hele içine bir de basiret/feraset yoksunluğunu eklediniz mi değme gitsin oyunu kurgulayan kuramcıların keyfine. Bu bakış açısı ne acıdır ki toplumların vicdanı olması gereken alim/mütefekkir/kanaat önderi ve hatta akademisyenler için bile çok farklı olamamakta ve böylece toplumlar vicdanını/merhametini yitirmiş olaylara Allah’ın nuru ile bakmaktan çok öte bir görüntü sergilemektedirler. Olayları tartışmak/konuşmak/yorumlamak kadrolu muhteris yorumculara kaldığı için de hiçbir zaman adil/ahlaki değerlendirmeler yapılamamakta. Bundan dolayı olsa gerek ki batıda ki halkların Gazze konusunda ki isyanı, itirazı, başkaldırısı İslam toplumlarındakinden çok daha gür, kararlı ve güçlü olabilmekte.
Birde söylemler ile hiç örtüşmeyecek eylemler kamuoyundan saklanarak, gizlenerek ya da basit polemiklerle geçiştirilmeye çalışılarak üzerleri örtülmeye çalışılan icraatlar ortaya konuluyor, bunlara imkân sağlanıyorsa, hiçbir gerekçe bunu maşeri vicdanda açıklayamaz, aklayamaz. Bu eyleme dönük tavır tüm söylemleri değersizleştirilip çöpe atılması anlamı taşımasından öte bir anlam ifade etmeyeceği göz önünde bulundurulduğunda gerçekleşip gerçekleşmediğinin net/açık bir şekilde ortaya konulması büyük bir önem arz etmektedir.
Kelimeler/deyimler son derece anlam ifade etmesi gereken değerlerdir. Söz ağızdan çıkana kadar kişinin esiri iken, ağızdan çıktıktan sonra kişi onun esiri olmaktan kendini kurtaramaz. Dolayısıyla ucuz siyaset ve farklı küçük beklentiler uğruna özellikle kesinlik ifade eden mefhumları tağşiş etmeden kullanmak gerekiyor. Aksi takdirde “kırmızı” çok farklı tonlara bürünerek farklı renklere evrilir ki sözün ne bir anlamı, nede etkisi kalır. Hülasayı kelam bu savaşın her anlamda kazananı hiç şüphesiz ki bir bütün olarak Gazze halkı olurken, kaybedeni ise ne acıdır ki tüm dünya olmuştur vesselam…