Kaygı; yaşananlardan kötü bir sonuç doğacak diye duyulan ya da istenen sonuca ulaşılamayacağı düşüncesiyle oluşan üzüntüdür. Olgu; herkesçe bilinme ve kabul edilebilme özelliği olan, anlaşılması kolay, doğruluğu delillendirilebilen, bilimsel tarafı da olan somut veriler, olaylar ve düşüncelerdir. Kurgu ise farklı fikirlerin ve düşüncelerin, değişik yollarla veya kurallarla belli yöntemlere ve anlayışa uygun olarak peş peşe gelecek şekilde sıralanmasıdır.
İnsan olarak çok yakından ve bizzat yaşayarak tanıdığımız kaygıyı, toplumbilimciler son yüzyıllarda insanlığın en büyük sorunu olarak görmektedirler. Sorun olarak görmelerinin nedeni; kişisel bazla sınırlı kalmayıp toplumsal bazda da kaygının yüksek düzeyde yaşanıyor olması ve bununda getirdiği yaygın olumsuz sonuçlardır. Olumsuz sonuçlara sebep olan kaygının en başta geleni; daha çok bilimsel manada kaygının eş anlamlısı olarak kabul edilen ve ?aşırı endişe? kavramına karşılık gelen ?Anksiyete? kelimesinin ?göğüste sıkışma, darlık, daralma, işkence? anlamlarında olduğu gibi vuku bulmasından ve psikolojik vaka olarak görülmesinden kaynaklanan endişedir. İşte bu, kaygının hastalık düzeyine vardığı ve özel tedaviye ihtiyaç duyulan durumu olup iradenin işlevini yitirdiği klinik vaka niteliğindeki istenmeyen kaygıdır. Bunun yanında asıl konumuz; yaşanan olaylardaki kararları belirleyen, tutum ve davranışlarla ortaya çıkan ve bir nevi yaşamın akış yönünü etkisi altına alan ve iradeden sudur eden yüksek hassasiyetten, vurdumduymazlığa, duyarsızlığa doğru, farklı ton ve dozajlarda sıralanan, hayatımızı kuşatmış olan kaygılardır.
Bireysel olarak, ?Anksiyete? (aşırı kaygı) haricinde yüksek düzeyli kaygıdan, vurdumduymazlığa götüren düşük düzeyli kaygılara doğru sıralanma da sıralanma düzeyine göre her kaygı düzeyinin yaşamı etkileme durumu da farklı farklıdır. Bu farklılıklardan yola çıkarak, kişiyi veya toplumu maddi ve manevi dengeyi kaybetmekle karşı karşıya bırakan, akıl ve mantık ölçülerinin etkisiz kaldığı noktada yoğunlaşan endişenin oluşturduğu duygusal ve fikirsel durumun, normalin dışında yaşanan bir durum olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu toplumsal katmanda düşündüğümüzde şiddetli kaygı durumu ya da bunların tam tersi olan tamamen endişesizlik durumu ve bunların alt versiyonları toplumsal yaşamı kuşatmışsa böyle bir durumda hem kişisel yaşamın hem de toplumsal yaşamın normal bir şekilde sürdürülebilmesi mümkün olmaz. Bu gibi durumları önlemek için kaygıya yenik düşmeden, onu hem kendi yararımıza hem de toplum yararına kullanabileceğimiz seviyeye getirmek ve o seviyede tutmak faydalı ve gereklidir.
Aslında kaygı, kararında olduğu sürece bizi harekete geçirmeye, canlı ve zinde tutmaya devam edeceği için faydalıdır da. Hayatımızda, kararında bir kaygının var olması, ilişkilerimizi düzene sokar, motive eder, uyarır, olumluyu olumsuzdan ayırt etmemizi sağlar ve bunu sürekli kılar. Bu manada eğer bir kişi, bir uyaranla veya hayatını etkileyecek kritik bir durumla karşılaştığında paniklemeden, anlamı ve aklı yitirmeden bedeninde, zihninde ve duygularında yaşadığı değişimlere neden olan farkındalığı hissedebiliyorsa, fark edebiliyorsa işte bu normal ve faydalı kabul edilen kaygıdır. Kaygıda istenmeyen durum, kaygının varlığı değil yaşanan düzeyinin veya şiddetinin kararında, denginde olmamasıdır. Kaygının yaşanan düzeyinde sürekli yükselme, şiddetlenme veya tam tersi sürekli alçalma, aşırı hassasiyet ya da umursamazlık söz konusu olursa yaşamın tümü ve ilişki halinde olunan tüm unsurların kurgusu değişeceğinden kişisel ve toplumsal denge bozulacak, istenmeyen ve memnun olunmayan bir hâl alacaktır. Çünkü yüksek, orta ve düşük kulvarda veya bunların değişik alt ve üst versiyonlarının herhangi birinde seyreden kaygılar; kabul edip onayladıklarımızı veya reddettiklerimizi kurgulamakta ve tüm olguları ona göre hayatımıza geçirmekte ya da hayatımızdan çıkarmaktadır. Yani bütün kabul edilen olguların gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan kurgunun sahtelik veya samimiyet yönünden alacağı şekil içimizdeki kaygının düzeyi tarafından belirlenmektedir. Böylece hayatın tüm yönü, kaygının düzeyi ile başlayan ve kabul edilen olguların bu kaygı düzeyine göre kurgulandığı yön olmaktadır.
Bazı düşünürlerin insan gerçekliğini açıklarken, insan davranışlarındaki rol paylaşımını, vücudun üç bölgesine benzetmeleri ilginçtir; baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin her biri ruhsal bir erdeme karşılık gelir. Baş akla, göğüs istemeye, karın da haz ya da arzuya karşılık gelir. Bu üç ruhsal yeti bir ?ideale? ya da bir "değere" bağlanabilir. Akıl bilgeliğe ulaşmaya çalışır, istek cesaret ve kararlılık gösterir, arzu da insanın ölçülü ve dengeli olması için denetlenir. İnsanın bu üç bölümü bir bütün içerisinde hareket etmeye başladığı zaman uyumlu ya da "bütünlüklü" bir insan ortaya çıkar. Ancak bu bölgelerden biri iç ve dış etkilerle diğerine veya diğerlerine baskın olmaya başladı mı, yani diğerinin ihtiyaçlarını veya varlığını yok sayacak şekilde bir baskınlığa yöneldi mi, bütünlük oluşmayacak, varsa da bozulacaktır. Bu bozulma iradeyi etkileyecek ve bünye de bu baskınlığa maruz kalan tarafın veya tarafların kaygıları şiddetlenecek ve irade dışı tepkiselliğe dönüşerek bedendeki ve ruhtaki dengeyi kendi aleyhlerine bozacaktır. Bedenen ve ruhen güvenin müphemleştiği, kaygının sonuç itibarıyla tepkiselleşerek somutlaşmak istediği, olguların oturacağı veya yaşayacağı yeri bulmada zorlandığı ve kendi varlığına yabancı bir kurgunun ağına takılmanın kaçınılmaz gibi göründüğü bu zamanlarda bedenin ve ruhun her bölgesi kendine yabancı olan yeni kaygılar doğurarak temas ettiği bütün kavramlarla birlikte aslından uzaklaşır. Bu durumun yansıması ve bu durumdakilerin toplumdaki rolleri de toplumun kendi kendine yabancılaşmasını ve asıl değerlerinden kopmasını beraberinde getirir ve böylece kaygının uç noktası olan kişisel ve toplumsal ?Anksiyete? ye kapı aralanır. Ancak bu durumdan kurtulmanın elbette ki çeşitli yolları vardır. Bu kurtuluş yolunu belirlemede, olguların yoldan çıkarılmışlığının boyutu veya değerlerden ne kadar uzaklaştığının kurgusu öne çıkmaktadır.
Gelinen noktada, kaygının düzeyi ya da şiddeti kurguyu yönlendirecek olduğundan olguların kurgulanma şeklinin samimiyetini ve işlevini belirleyen, yaşam modellerinin varlık ve değerler alemindeki yerini tayin eden kaygıların düzeyi ve bilinci daha da önem kazanmaktadır. Eğer kaygıların düzeyi ve bilinci örnek ve ölçü konusunda doğru değerlerden ve gerçek bilgiden ilham almazsa vereceği tepkinin şiddetini de doğru ayarlayamayacağından inancın ve iradenin gücünü de doğru yansıtamaz. Dolayısıyla bu tür yaşam modelinde yer alanların konumunun gerçek karşılığı zirve olmayacak, daha ehven ve daha basit alemde seyredecektir. Ederi de ödülü de ona göre olacaktır. Makamlarının, etki alanlarının, paralarının, dünyalık güçlerinin büyüklüğü de küçüklüğü de bu gerçek konumu değiştirmeyecektir.
Hayatın normal akışı içerisinde insanoğlu bildiği ve inandığı tüm kavramları yerli yerine oturtarak kullandığı ve öylece yaşamın içine dahil ettiği sürece en derin olguları olağan kaygılar eşliğinde, ulaşmak istediği sonuca doğru, yerinde bir kurguyla gerçekleştirirken, zaman zaman kaygılardaki dengeyi kaybetme aşamasına geldiği ve bundan dolayı da iradesi bilinçten uzaklaşarak, olguların kurgulanışına yön vermede yetersiz kaldığı dönemler olmaktadır. Böyle dönemlerin olmasının nedeni her şahsın ve her toplumun hayatında var olan kaygıların dengesi, düzeyi ve eyleme dönüşme şeklinin belirlenmesinde en önemli fonksiyonu üstenen irade gücünün temelinde yatmakta olan inanç ve inanç bilincinin çeşitliliğidir. İnanç ve inanç bilinci birçok insani özelliğin etkisi altında olduğu için oluşumu da hayata ve olaylara yansıması da farklı farklı gerçekleşebilmektedir. Çünkü insanlar kimi zaman, akıl, adalet ve doğrulukla hareket ettikleri, yani doğru bilinçle hareket ettikleri gibi, kimi zaman da belki de çoğunlukla, bunları görmeyen kör arzu veya eksik bilinçle hareket ederler. Bu durumda bazen doğal ihtiyaçlarla, adaletle, doğrulukla başlayan kaygı yerini arzulardan kaynaklanan kaygılara bırakabilmektedir. Bu durum insanın aklını doğru yolda kullanma gücünü yitirmesi şeklinde sonuçlanacağından tüm örnek ve ölçü sunumlarını geri çevirerek ortaya olağan dışı ve gerçekler karşısında kabul görmeyen yaşam modelleri çıkaracaktır. Düzeysiz kaygıların kör arzular eşliğinde kurgulandığı bu yeni yaşam modellerinde, Sokrates döneminin sofistlerinde olduğu gibi, insan ahlakı ile toplumun idealleri ya da değerleri arasındaki ilişkide, neyin doğru neyin yanlış olduğunun siteden siteye, bölgeden bölgeye, mevkiden mevkiye ve kuşaktan kuşağa değiştiğini kabul eden hayatlar yaşanmaya devam edecektir.
İş kaygısı, aş kaygısıyla başlayan ticaret, daha fazla mülk edinme kaygısına dönüşebilecek, bu da kazanma arzusunun her hâlükârda sürekli artmasını, ölçüleri önemsememeyi, israfa düşmeyi ve kazanılmışı kaybetmeme kaygısını tetiklemeyi beraberinde getirecektir. Bu kaygıların ve arzuların oluşturacağı hırs kişiyi, toplumu veya topluluğu buluşturacağı noktaya, kabul edilmiş olgulardan ödün verme noktasına taşımaktadır.
Günümüzde bariz örneklerini yaşadığımız; şiddetlilik, pasiflik ve bunun farklı versiyonları şeklinde zuhur eden dengeyi bulamamış, farklı kaygı düzeyi kaynaklı yaşamlar; bizlere, başlangıçta kaygı bilincinin, devamında ise olgu ve kurgu bilincinin dengeli oluşmadığını göstermektedir. Doğal olarak bu normalin dışına çıkan kaygıda, bilinç aramak beyhudedir. Bu durumda hayatın amacı, kazanma, kaybetme, ihtiyaçlar, kardeşlik, iş hayatı hatta evlilik hayatı gibi tüm olgular yanlış kurgulanacaktır. Bu durumdakiler, mal edinme ve infak söz konusu olduğunda; malının tamamını infak eden ve ailene ne bıraktın diye sorulunca; ?Allah ve Resulünü bıraktım? diyen Hz. Ebubekir´in iş, aş, infak olgusunu, kazanma ve kaybetme kaygısını anlaması ve örnek alması mümkün olmayacaktır.
Makamı ve makam imkânlarını en üst düzeyde kullanma kaygısıyla önemli yerlere talip olanların, kendi özel işleri için şahsına ait çırayı kullanan, devlet işleri için devletin çırasını kullanan, payına düşen iki metre kumaşın fazlalığının hesabını verme sorumluluğunu ve gerekliliğini gösteren, Hz. Ömer´in; devlet, sorumluluk, görev ve adalet olgusunu, kendisine ait olmayanı kullanma/kullanmama hassasiyetini anlayamayacak, gösteremeyecek ve bu dürüstlüğü güncelleştiremeyecektir. Mevkilerin ve mertebelerin sınırlarını aşındırarak imkanları ve gücü zirve kabul edenlere sunulan ikramlara ve iltifatlara alışmış olanlar; ihtiyaç, israf ve rüşvet olgusunu Hz. Ebuzer´in algıladığı gibi algılayıp, onun duyduğu kaygı düzeyinin hassasiyetiyle hareket edemeyeceklerdir. Ve yalnızlığa mahkûm olma pahasına, bu kaygının samimiyetle çizdiği davranış dünyasında yaşayamayacak, sabredemeyecek ve bu davranışların sebebini anlayamayacaklardır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu değerlere inanan bizleri kuşatan; kaygıların, olguların ve kurguların doğru algılanması ve özüne uygun yaşanması hususunda hiçbir boşluk bırakmayan değerler ve değerliler zincirinin halkalarının, anlayış, kavrayış ve inanış düzleminde, tarihi sürecin ışığında tekrar onarılması ve insan ahlakı ile toplumun idealleri ya da değerleri arasındaki ilişkinin yeniden kurulması ; iradenin kör arzudan kurtularak cesaret ve kararlılıkla, olguların gerçek kimliğiyle, kararında ve sahici kaygıların eşliğinde yeniden kurgulanmasıyla gerçekleşebilecektir.