Samuel Beckett’in sözünü biliriz: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” Paradoksal bir sözdür bu, aksine işaret eden. Yenilmeyi göze almayan, buna cesaret edemeyen hiçbir yengiye de ulaşamayacaktır çünkü. Ne konuşabilecek, ne yazabilecek, ne de savaşabilecektir.
Günümüz Türkiye’si de, belki de Osmanlı’dan devraldığı bir travmayı yaşamakta ve yenilmeyi göze alamamakta. Bu cesaretsizlik kendisini yenilmekten kurtarabilmekte mi? Elbette ki hayır! Uzun zaman yenilmediği Batı dünyası karşısında aldığı yenilgilerin travmatik etkisi günümüzde bile içimize sinen bu korkuyu devam ettirmekte. Hiçbir şeyi yeni baştan, en temelinden ele alarak başlayamamaya dair sinik bir korku bu; bir panik ve hayata yeniden başlayamamaya dair bir cesaretsizlik, sadece geçiştirmelere izin vermekte: “mış gibi yapma”lara.
Netameli bir durum tabi bu. Karşınızda iyicil yönleri bir yana, emperyalist, saldırgan, ırkçı bir güruh vardır; yüzyıllardır savaştığınız. Kemal Tahir Osmanlı’nın karşılaştığı bu Batılılaşma icbarına veya ihtiyacına ilişkin etkilenme ve alımlama stratejisini şöyle özetler: “Mümkün olduğu kadar az, mümkün olduğunca geç”. Bazı açılardan doğrudur bu, rakibinin etkisi ve hatta egemenliği altına girme korkusu. Ama kimi açılardan da direnmek hem yanlış hem de sonuçları açısından oldukça yıkıcıdır. Bu olumsuz direncin yanlışlığı ise çağdaşlaşmanın olumlu yönlerine dairdir: bilim, fen, teknoloji, felsefe… İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayrımsamak ise zordur elbette, bir feraseti gerektirir. Üstelik bu oldukça zaruri gibi gözüken yönler de sorunsuz değildir. Batı’nın takdir edilecek tecessüsü yanında hırsının pervasızlığının ve acımasızlığının izlerini de taşımaktadır.
Savaşsa sadece cephelerde verilmez. Yahut da cepheler sadece savaş meydanlarındaki karşılaşmalardan ibaret değildir. Her tür karşılaşma örtük bir savaşımdır aslında. Dolayısıyla da asıl savaş toplumun gözeneklerinde ve hatta zihinlerimizde cereyan etmekte. Olaylar karşısında nasıl adım atacağımıza dair bir sorunun cevaplanmasından, boynumuzu eğmeye dair bir baskı karşısında alacağımız vaziyete kadar süren bir kaygı titretir içimizi. Gerçeği itiraf ya da tercih yerine, yer yarılsa da içine girsek deme raddelerine geliriz.
Aslında herkes bu dertten mustarip olduğu halde, bu ürküntüyle baş edebilmeyi öğreten bir dersi hiç kimse ver(e)mez bize. Tam aksine hayatımız boyunca öğrendiğimiz şeyler hep aksi yöndedir. O yüzden babamızın, iktidarımızın, komutanımızın, patronumuzun haksızlığına karşı sesimizi çıkaramayız. İyilik için savaşıp kötülüğe karşı duramayız. Mütereddit bir hâl aklımızı karıştırır, kemirir yüreğimizi. Ve o yüzden evimizin fay hattında olmasını, iktidarımızın zalimliğini, muhalefetimizin yetersizliğini, patronumuzun haksızlığını, yönetimin adaletsizliğini umursamayız. İtirazımızın altında kalmak, reddedilmek, aşağılanmak, yani yenilmek istemeyiz.
Daha da acısı aslında en başından itibaren yenik olduğumuz halde bunun bilinmesini, açığa çıkmasını, yüzümüzün kızarmasını istemeyiz. Alenileşmekten, hesaplaşmaktan, yüzleşmekten korkarız. Eleştirmekten ve bunun bizi yükümlü kılacağı edimleri üstlenmekten kaçarız. Bu yüzdense haksızlığa göz yumar, böyle gelmiş böyle gider anlayışına bel bağlarız. Kadınlarımızı baskılar, Ermeni soykırımını inkâr eder, Kürtlerin dilini reddeder, kırmızı ışıkta geçmeyi marifet bilir, fay hatlarının gerçekliğini görmezlikten geliriz.
Yenilme, yapamama, dahası kaybetme korkusu, sadece iktidardan düşmeye dair olmayan, muhalefeti de esir almış bir duygu. Öyle ki bu cesaretsizliği, törpülenmişliği, hakikati söyleme erdeminden yoksunluğunu da muhalefetin “mutabakat metni” kadar depremle ilgili açıklamalarında da görmek mümkün. Birbirini incitmemek için hakikati incitmeyi umursamayan bu yaklaşımla Türkiye’nin kronik sorunlarıyla savaşılamayacağı ise oldukça açık. Uzlaşmak, farklılıklarla beraber olabilmek elbette önemli ama bu hakikatten sarfı nazar etme pahasına olmamalı. Dünya yıkılsa da adalet gerçekleşmeli. Toplumsal ya da jeolojik fay hatlarıyla mücadele, dahası toplumu ve ülkeyi yeni baştan inşa etme zarureti, temel gerçekliğimizi görmezlikten gelerek verilemez çünkü. Bu gerçekliği gizlemeye çalışarak da bir yere varılamaz. Ve hatta farklılıklarımızın olumlu taraflarını, dahası gerekliliklerini görerek, siyaseti, siyasal uzlaşmaları bu farkındalık üzerinden hareket ederek inşa etmekle varılır olumlu sonuçlara.
Yoldaşlarını kaybetme, karşısına alma korkusuyla yola çıkan bir bakış ise şimdilik bunları görmezlikten gelelim diye başladığı yoldaki yürüyüşünün yanlışlığının ancak krizler başladığında farkına varacaktır. Kaldı ki yüzleşilmemiş hesapların olduğu bir beraberlik, kelimenin tam anlamıyla bir yoldaşlık da değildir. Herkesin kendi farklılığını koruduğu çoğul bir yoldaşlık ise temel bir sorunu, ülkenin içerisine gömüldüğü bir açmazı aşmaya yoğunlaşmalıdır. Cumhuriyet deneyimi bir cesaretti belki ama doğru veya yeterli adımlar atılabilmiş değildi. Temel korku ise aslında padişahlığa özgü, şahsiyetiyle iktidarı aynılaştıran bir iktidarını kaybetme korkusuydu. Buna daha en başta, Mustafa Kemal’in bu korku nedeniyle krizler çıkarma pahasına Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapatmasında şahit olmuştuk. Bu korku nedeniyle demokrasiye geçilememişti ve hâlâ da tam anlamıyla geçilebilmiş değil. Geçilebilmiş olsaydı şayet ne anadilde eğitim sorunu ne de kayyum yönetimleri söz konusu olurdu. Ve ne de insanların (seçmenlerin), seçim kaybetme korkusuyla göz yumulan, fay hatları üzerinde iskân olunmuş şehirlerde ölmesi mukadder olurdu.
Evet! Yenilmeyi göze almaksızın hiçbir ileri ve olumlu adım atılamaz. Toplum ise her cesur ama anlamlı girişime bir fırsat vermekten çekinmez ki buna geçmişin deneyimlerinde defalarca şahit olduk. Korkularıyla yaşamaktansa yenilmeyi, bir kere daha yenilmeyi göze alamayan da hiçbir başarıya imza atamaz. Korkulara teslim olarak, hakikati gizleyerek, gerçekliğe talip olmaktan uzak durarak, en acı neşteri vurmaktan çekinerek olmasın yeter ki bu yenilgi. Ve yeter ki hakikat açığa çıkarılsın. Zira artık kaybedecek ne vaktimiz ne de imkânımız kaldı.
Kimileri ise bırakın yenilmeyi, eleştirilmeyi bile kabullenmemekte, “şimdi eleştiri zamanı değil” demekte. Peki, bu eleştirinin zamanı ne zamandır ya da böylesi bir asude zaman var mıdır? Oysa duyabilen ve anlayabilenler için en acı eleştiri yaşadığımız bu felaketin kendisidir. Tabiatın kendi kelimeleriyle dile getirdiği bu eleştirinin bilançosunun ağırlığıysa, yerli yersiz herkesi körlük, sağırlık ve akılsızlıkla suçlayan ama vakti zamanında yapılan eleştirileri dikkate almayanların; kulakları olup duymayanların, gözleri olup görmeyenlerin ve kalpleri (akılları) olup düşünmeyenlerin izansızlıklarının bir sonucu.
Kimileri ise “zor zamanlarda eleştiriyi ertelemek erdemli bir davranıştır” demekte. Oysa biz zor zamanda konuşmanın erdemine, dahası haksızlığa karşı susanın dilsiz şeytan olduğuna kail değil miydik? Ama görülen o ki neşteri kendimize vurma zamanı gelince tüm bildiklerimizi unutmakta, kaybetme korkularımız depreşmekte. Bu gibi sözlerle ve edimlerle karşılaştıkça ne yazık ki artık hiçbir şeye şaşıramıyor, şaşırma duygumuzu bile kaybediyor ve her türlü garabeti kanıksıyoruz. Bu ise sonuçta toplumda giderek nihilist bir etkiye yol açıyor ve zaten yakınmakta olduğumuz o karamsarlığı ve sinikliği daha da yaygınlaştırıyor. İnsani ve toplumsal gerçekliğimiz ise tercihlerimizin bir sonucu ve o tercihler de bizi ister istemez bir yerlere doğru alıp götürmekte: hayra ya da şerre.
Kaynak: Farklı Bakış