KAYBEDİLEN RÛH
Ülkemizde faaliyet yürüten İslamî camiaların üretkensizliği, şaşkınlığı ve donukluğundan mütevellit Müslümanlarda zihinsel bir kayış yaşanmakta ve takva eksenli oluşturulan sahih İslâm paradigmasından ciddi bir kopuş izlenmektedir…
Söz konusu kopuş ve kayışın nedeni; bunca toplantılarımızdan toplum, bu kadar büyük bir toplumdan “toplum adamları” çıkaramayışımızdır… Bunca cemaat ve camialardan “cemiyet adamı” ve “cem’ eden şahsiyetler” tahsil edemeyişimizdir…
Onlarca medrese, yüzlerce Seyda, binlerce müderristen oluşan ilim ve irfan okullarımızdan dünyaya yön veren, fikir ve dünya görüşümüzü bütün dünyaya duyuran ve savunan âlimler yetiştiremeyişimizdir…
Evet, zeminimizi kaybediyoruz…
Yerimizi, yönümüzü, yürüyüşümüzü ve duruşumuzu bozduğumuz için…
Dilimizi ve düşüncemizi değiştirdiğimiz için…
Modernizmin açmazları içinde vakit kaybettiğimiz için…
Konuşacaklarımızı konuşlandığımız yere göre belirlediğimiz için…
Hak ile batılın, doğru ile yanlışın tek ve vazgeçilmez otoritesi olan Allah’ın şeriatına sabır ve sebat ile sarılmamız gerekirken, gayrimeşru laik, demokrat, seküler düzenin tartışılamaz tabularının rüzgârlarında savrulmalar yaşamaya başladığımız için…
Karmaşık bir hikâye bizimkisi, düşünce disiplinini ve muhakeme kabiliyetini yitirdiğimiz için…
Bize ait olmayan bir dil ve bizi anlatmayan bir paradigma ile “Aziz İslam’ı” anlatmaya başladığımız için…
Ahlaken yozlaştığımız, siyaseten razı edildiğimiz ve zihniyeten birileriyle barıştığımız ve gayri İslamî sistemlere entegre olup eridiğimiz için…
Aşkımızı, heyecanımızı, azmimizi ve bizlere üflenen kutsal ruhu yitirdiğimiz ve mağlubiyet psikolojisiyle depresyona girdiğimiz için…
Ümitsizlik psikolojisiyle günü birlik hayatı yaşamakla yetindiğimiz ve zillete boyun eğdiğimiz için…
Toplumsal değişimi amaçlayan İslâmî camialar, maalesef toplumun yanında değil, gücün yanında mevzilendiği için…
Cemaat olmak “hakla ve hakikatle” beraber olmak demektir. “Tek başına olsa da hak ile beraber olan cemaattir, hatta ümmettir” anlayışını unutup tevhidî duruşumuzu bozduğumuz için…
Haktan ve hakikatten uzaklaşmış olan kuru kalabalıkların cemaat olamayacaklarını unutup ruhsuz yığınlara ümit bağladığımız için…
Biraz da reklamcı, riyacı, reytingci ve vitrinci çalışmalara bel bağladığımız için…
Doğrusu biz çoğaldıkça artık şahlandığımızı ve zafer kazandığımızı düşündüğümüz, hatta devlet kurduğumuz kuruntusuna kapıldığımız için… Hâlbuki bizim payımıza sadece meydanlarda ölmek düşmüştü...
Aslında biraz da şımardık… Şatafatlı ve görkemli salonlarda, lüks otellerde çalıştaylar tertipledik, ancak esas bizim için soruna dönüşen yozlaşmaları fark edip göremedik… Sahip oldukça bozulduk, dönüştük ve savrulduk…
Güçle ve çoklukla olan sınavımızı veremedik…
Daha kalıcı şeyler bizim olabilirdi… Meydanda ölenler de masada var olanlar da bizler olabilirdik…
Fakat İsrailoğulları gibi bu büyük kazanımları soğana sarımsağa feda ettik… Şafağa az kalmıştı ki Samirîler bizleri buzağıya taptırdılar… Tûr’da Musa’yı, kuyuda Yusuf’u, ateşte İbrahim’i, Ninova'da Yunus’u, mağarada Muhammed Mustafa’yı terk ettiğimiz için bütün bunları yaşadık… Ancak Musa’nın yakamızdan sarsmasıyla uyanayazdık… Ne var ki çok geçmeden yeniden başa döndük… Yol arkadaşlarımızın birçoğunu kaybettik… Fakat umursamadık…
Yani anlayacağınız biz; özgünlüğümüzü, özgürlüğümüzü ve bizi takip eden, takdir eden, seven binlerce insanın vicdanı olma misyonunu kaybettik…
Kıymetli Dostlar!
Hz. Musa, hem Firavuna karşı hem de israiloğullarına karşı mücadele etmiştir… İki yönlü bir mücadele…
Firavuna karşı verilen mücadele tevhid ve bağımsızlık mücadelesi, İsrailoğullarına karşı verilen mücadele ise Müslüman olarak kalma ve İslâm üzere ölme mücadelesidir. Biri inşâ mücadelesi, diğeri icrâ mücadelesi… Biri imân, diğeri ise istikâmet mücadelesidir…
İmân, istikâmet ve İslâmiyet kavramlarına dikkat edin!
Zira İslâm’ın yarısı “İmân”, diğer yarısı ise “istikâmet”tir. Hem Kur’ân’da hem de sünnette; “imân + istikâmet = İslâmiyet” şeklinde formüle edebileceğimiz naslar bulunmaktadır. Yüce Allah (cc): “Eğer onlar (İnsanlar ve cinler), yol üzerinde ‘dosdoğru bir istikâmet tuttursalardı’, mutlaka biz onlara bol miktarda su içirir (tükenmez bir rızık ve nimet verir)dik” (Cin: 16) buyurarak istikâmetin önemine dikkat çekmiştir.
Dünya ve ahiret saadetinin “Rabb’imiz Allah’tır” dedikten sonra “istikâmet”e bağlı olduğu ise şu âyet-i kerimede dile getirilmiştir:
“Şüphesiz: ‘bizim Rabb’imiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar yok mu; onların üzerine melekler iner ve der ki ‘Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin.” (Fussilet: 30)
Hz. Peygamber de kendisine sımsıkı sarılacağı temel ilkenin ne olduğunu soran bir sahabiye: “Allah’a inandım de ve sonra dosdoğru ol” buyurmuşlardır. (Müsned, 3,413; Müslim, İmân, 62)
“Kur’ân, Sünnet, İcmâ' ve Kıyâs” dörtlüsünden oluşan “paradigmasını” değiştiren bir Müslümanın istikamet üzere kalması imkânsız olur.
Unutmayalım ki "İslâm'ın Müslüman kaygısı yoktur, Müslüman'ın İslâm kaygısı vardır."
Şunu unutmayalım ki “insanoğlu, bir taraftan takvasıyla melekleri dahi kendisine secde ettirecek kadar yükselirken, diğer taraftan fücuruyla şeytana secde edecek kadar alçalabilmektedir.”
Hayat devam ettikçe her hatanın telafisi, her yanlışın düzeltilmesi mümkündür. Zira her türlü bozulmaya karşı “nasûh bir tevbe”, kişiyi Allah huzurunda makbûl kılar ve şeytanın oyuncağı olmaktan kurtarır.
Elbette “Hatasız kul olmaz” fakat “hatasında ısrarcı olanda da kulluk diye bir şey kalmaz.”